AZGELISMISLIGIN DEGERLENDIRILMESI FUAT ERCAN

GIRIS ARREST-03 MI-2003 ARITMI-03 SOLUNUM-03 Photo Page AMBLNSKAZA MUKERRER ASILSIZ VAKAREDDI ILETISIM ASKER TRAFIKAZA-03 YENIDOGAN DOGUM-03 BAGLANTILAR OLAY YERI AFET AFET2 OLUM-03 SIGARA KANSER ENFEKSIYON KANSER KANSER SIKLIGI GSMH KANSER KANSER ONYIL SITMA KANSER HAVA KANSER KALP KANSER MESLEK KANSER ENDOKRIN KANSER RADYOLOJI KANSER HLA DUZENI KADIN ACIL-03 BEBEK TRIAJ ZEHIRLENME-03 PSIKIYATRI-03 MEVSIM-02 MEVSIM-03 MEVSIM-04 HLA GENLERI KANSER-02 KANSER-03 TRAVMA-02 HODGKIN S DISEASE BREAST BRCA PARAMEDIK-04 ISDOYUMU OZURLU1-04 OZURLU2-04 OZURLU3-04 ISDOYUMU-01 KARSINOGENEZIS SERVIKS CA KANSER KAYITLARI ERGONOMI ISKAZA(37-99) GRAMSCI TURKCAN ERCAN ERBAS YAYINETIGI AP NEDENLERI CINSELHASTALIK CINSELDAVRANIS SAGLIKFELSEFESI HEKIMLIKFELSEFESI DUNYADAISSAGLIGI OSMANLIISSAGLIGI ULUSLARARASI INSANIN DEGERI ANALJEZIK-02 MESLEKODASI INSANHAKLARI VERIMLILIK DONERSERMAYE PARTIveSAGLIK KURESELLESME About Blog

FUAT ERCAN

Ahmet Haki Türkdemir

Ankara, Mayis 2003 

Gelişme kavramı:

Ele alınan toplumu tanımlayan ve gelişmesine neden olan bir geçmiş,

İçinde yaşanılan ve sorunlu olduğu kabul edilen bir şimdi ve

şu anda gelişmeyle ilgili bir dizi sorunu olan toplumun gelişmesi için düşünülen bir geleceği de içine alan gelişmemişlerin yaşadığı ve gelişmişlerin yaşadığı mekanlar olarak birbirinden ayırmaktadır[1].

Gelişmiş olarak kabul edilen toplumların değişim süreci ise:

Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi,

Feodal toplum yapısından kapitalist toplum yapısına geçişi ve

Bireysel, yüz yüze ilişkilerden anonim (impersonal) ilişkilere geçişi belirtmektedir[2].

Gelişmenin insanlığın varoluş koşullarının gelişmesi, özgürleşmesi anlamında ele alındığında, tarihsel olarak insanlığın doğanın sınırlayıcı yönlerine ve yaşanan toplumsal pratiklerin sınırlılıklarına karşı ilk bütünsel tepkisi Aydınlanma ya da Modernleşme olarak tanımlanan tarihsel dönüşüm sayesinde gündeme gelmiştir[3]. Geleneğin modernleşmesi ile başlayan özgürleşme süreci, (ekonomik gelişme süreci), bireyin yaratıcı olarak varolmasına olanak sağlayan bu süreç, daha sonra kapitalist gelişmenin dinamiklerinin belirginleşmesiyle, toplumun disiplin altına alınması, ekonomik kaynakların hızla daha çok kar ve üretkenlik, verimlilik adına kullanılmasına yol açmış, üretim ve tüketimin eşitsiz süreçler biçiminde örgütlenmesi ile araçlar, amaç haline gelmiştir[4]. Başlangıçta zenginlik üreten gelişme, günümüzde sürekli olarak risk üretmektedir.

Gelişme yazınına yönelik eleştiriler dört başlıkta toplanmaktadır:

Neo-klasik, neo-liberal ya da piyasa yönlü düşünce biçiminde; ekonominin evrensel olduğu ve piyasa ilkeleri etrafında örgütlenen toplumlar için bir ikinci ya da alt disiplinin varlığına ihtiyaç olmadığını belirterek, gelişme ekonomisi eleştirilmeye başlanmıştır.

Gelişme sorununa azgelişmiş denen toplumlar açısından bakan bu görüş Bağımlılık okulu olarak adlandırılmış, gelişme yazınının azgelişmişlik sorununu arttırdığını ve bunda da dışsal dinamiklerin etkili olduğunu ileri sürmektedir.

Marksist olarak kabul eden kesimlerden gelen ve bağımlılık okulunun eleştirilerine dayanan yaklaşımlar ileri sürmüşlerdir.

Ekonomi temelli gelişme kavramına yönelik eleştirilerden oluşan, gelişme kavramının farklı boyutlarda ele alınmasını savunan görüş olmuştur[5].

Farklılığa yol açan şey yeni bir toplumsal yaşam biçimi ve üretim biçimi yani kapitalizmdir. Dönüşümün temelinde muazzam boyutlara varan meta birikimi yatmaktadır.Bu üretimin temel unsurları emek, toprak ve para, piyasalar için düzenlenmiş olmalıdır. Önce emek üretim sürecinden uzaklaştırılarak kendisi için değil bağımsız bir güç üretiminde kullanılmaya başlanmıştır. Tüm ürün ve faaliyetler çözünerek, değişim değerlerine dönüşmeye başlamıştır. Değişim değerinin somut halini ise parada görürüz. Kapitalizmin temel özelliği ise meta biriktirme değil bu metanın değişim değerine el konmasıdır. Weber’e göre kapitalizm sürekli ussal, kapitalist işletmenin peşinde, hep yenilenen kazancın peşinde, VERİMLİLİK peşindedir. Bu ise pratik, ussal bir yaşam tarzı ile olanaklıdır. Ussallaşmış yaşam biçiminin anlamı ise bireysel ilişkilerden çıkılarak soyut yaşam biçimini sağlayan devlet mekanizması ile olanaklıdır. Bu mekanizmanın yönetici kesimi ise burjuvazidir. Wallerstein’e göre burjuva:

önceleri tüccar görünümünde ortaya çıkan, sonrasında ise malları işçilere ürettiren, ücretli emek istihdamı sağlayan ve üretim araçlarına sahip kişi,

Onun kar güdüsü, sermaye biriktirme arzusu,

Kültürel olarak ise sorumlu, akılcı, kendi çıkarları peşinde koşan kişilerden oluşan bir yönetici kesimi oluşturmaktadır.

Burjuvazi üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son vererek, insan ile insan arasında çıplak öz çıkardan, nakit ödemeden başka bir şey bırakmadı.Sürekli birikimin belirleyici olduğu ve birikim süreci içinde örgütlenen bu topluma modern toplum diyoruz[6].

Modernlik tarihsel olarak geleneksel toplumun durağan doğasındaki radikal kırılma ile büyüsel olanın çözülerek, özgürleştirici olan modernleşmenin hakim olmasıdır. Tanrısal özneden, insan özneye, yaratan özneye dönüşmesidir. Emeğin özgürleşmesi, piyasanın serbestleşmesi ile birlikte gider. Böylece aslında meta olmayan ve parasal ifadesi olmayan emek, toprak ve para birer metaya dönüşmüş olur. Yaratan özne olarak insan, artan oranda üretken faaliyetini daha da arttıracak araçların üretimine yönelerek, teknolojik rasyonelleşme olarak adlandırılan dönemi başlatmıştır. Modern toplumun varoluşu, yaratan olarak sürekli gelişebilen insana bağlıdır.

Metanın toplumsal ilişkilerden bağımsızlaşarak kendini yaratan süreçler üzerinde egemenliğini kurması toplumsal yaşamı tümüyle işgal etmesi beraberinde seri üretimin ve kültürünün sayısız acentaları aracılığı ile norm durumuna getirilmiş davranış tarzları bireylere tek doğal, uygun, makul davranış tarzı diye dayatılıyor.

Gelenekselin modernleştirilmesinden sonra, endüstrinin modernleştirilmesine geçilmiştir. Bu aşama yarattığına yabancılaşan, toplumun bütününü disiplinize etmeyi yeni bir aşamadır[7].

Modernleşme ilk etapta batı toplumlarını olumlu etkileyerek, özgürleşme sürecini başlatmış, aynı sürecin tamamlayıcısı olarak toplumu belirli bir hiyerarşi içinde disiplin altına almayı başarmıştır. Modernleşme tarihsel olarak ileri bir düşünce, bir proje olmasına rağmen kapitalist işleyiş daha fazla birikim ve kar amacı ile sürekli üretim ve tüketim mantığı ile insana rağmen gelişme olgusunu gündeme getirmiştir. Özgürleşen insanlar arasındaki sürekli yarışma ve rekabet, sürekli kazanma zorunluluğu sonuçta toplumun artan oranlarda disipline edilmesi gereksinimini ortaya çıkararak, uzmanlaşma ve işbölümü ile birlikte bürokrasinin gelişmesine yol açmıştır. Bürokrasi, devletin ekonomiyle olan ilişkisinin, devletle bireyler arasındaki ilişkinin yeniden üretilmesi için bir strateji, bir örgütlenme tarzıdır. Bürokrasiyi “rasyonellikle, rasyonelleşme sürecini de mekanikleşme, ilişkilerin kişisellikten çıkması” ile açıklanabilir[8].

Bürokrasi, işlerin en iyi şekilde yerine getirilmesi teknikleridir. Doğruluk, hız, kesinlik, dosya bilgisi, süreklilik, gizlilik, birlik, tam bağımlılık, sürtüşmenin ve maddi ve kişisel maliyetlerin azalması ile yönetimde optimum noktaya ulaşılmasıdır. Bu yönetime en çok ihtiyaç duyan gelişmekte olan piyasa ekonomisi yani devlettir. Toplumsal ilişkilerin kişisellikten arındırılması ilkesine uygun bir ortam hazırlar. Kişisel olmayan ilişkiler ve davranışlar (impersonal relations and attidues) bir organizasyon, rasyonellik, süreklilik ve kontrol mekanizmaları kanalı ile varlık bulur.

İlişkilerden bağımsız bir kimlik, soyut haklar, istekler, tercihler ve uzman meslek ile gerçekleşen varoluş biçimine yol açar[9].

Bürokrasi tüm etkinlikleri nesnelleştirerek, iş süreçlerini parçalara ayırarak, bunlar arasında alt-üst ilişkisi kurulmasına yol açar. Tüm süreçler denetlenir, kaydedilir ve hesaplanabilir hale getirilir. Böylece bürokrasi yaşamı standartlaştırarak, tekdüzeleştirir[10].

Rasyonelleşme ve uzmanlaşma ile üretim disiplin altına alınan en önemli alan olmuştur. İşçiler üretim araçlarından uzaklaşarak, emek metalaşmış, emeğin satışı ile bireyin emek üzerindeki kontrolünü kaybeder. Üretim sürecinde rasyonelleşmeni (disiplin altına alınması) sağlamak uysal insan (homo docilis) itaatkar, çalışkan, bilinçten yoksun ve yararlı yaratıklar yaratmaktan geçer (Merquior, 1986). Disiplinin artması iktidar ilişkileri ile yakından ilişkilidir. Güçleri azaltmak için onları birbirini eklemek değil birbirilerine bağlamanın peşindedir. Disiplinli toplumu tanımlayan nesnelleştirme, hiyerarşi, kontrol ve modernliği tanımlayan temel değişkenlerin yanı sıra güçlüler ve zayıflar, yönetenler ve yönetilenler ilişkilerini de yaratmıştır[11].

Sorun az kazanma, ya da çok çalışma değil, insanca yaşam biçiminin kaybedilmesiydi. Egemenlerin yarattığı nesnel zorunluluklar meta aygıtı değer yaratıcı insanların kendilerine ait değer yaratma gücü ile emekçi kendisini değil, bağımsız bir gücü üretir[12].

Gelişmiş olarak tanımlanan kapitalist toplumların gelişimi, sadece azgelişmiş toplumların kaynaklarına el koymanın sonucu değil, modernleşme ve kapitalistleşme sürecinin yarattığı bir üretim makinesinin kendi iç olanaklarını üretmesi/tüketmesi ile ilişkilidir[13].

Morgardi’nin gelişme kavramı, içinde bulunulan sosyal, politik ve teknolojik bir dizi değişkeni tanımlamakla ve bu değişkenler gelişmenin yönü ve içeriğini belirlemektedir[14].

Modernleşmenin getirdiği yeni bir bilme biçimi de ortaya çıkartılmaktadır. Bilen özne ile bilgi nesnesi arasındaki ince ve bölünmez varoluş olarak bilginin doğrudan kendisidir. Bunun nedeni üretimin mübadelenin yerine geçmesidir. Bu ikame ile yeni bilinebilir nesneler (sermaye) ortaya çıkarmakta ve öre yandan da yeni kavram ve yöntemlere (üretim biçimleri çözümlemesi) hükmetmektedir (Foucault, 1994)[15].

Modern bilmenin aydınlanma evresinde toplumun merkezindeki Tanrının yerine bilimi koyarak, ona sadece özel yaşam içinde yer bırakmıştır. Aydınlanma süreci aklı öne çıkardığı gibi, düşüncelerin başlangıçta olmadığını belirterek, aklın kendisini dünyevileştirmiştir. Bu aklın en önemli, özelliği analitik olmasıdır. Bilinmesi gereken konu parçalarına ayrılarak, her parçanın kendi mantıksal yapısı kavranır ve bu parçalara ait bilgiler yeniden birleştirilerek sonuca varılır. Modern bilmenin bir diğer özelliği de; akıl yolu ile elde edilen bilgilerin evrensel ve nesnel olduğu yönündeki düşüncedir (Marglin, 1990b)[16]. Bir diğer özellik ise insan aklı ile maddi dünya arasında bir ayrım yapmasıdır. Bu insanı bilgi için nesne ve bilen için özne konumuna itmiştir. Bilenin bilinen üzerinde belirleyici olmasına yol açmıştır. Böylece akılcı topluma geçiş sağlanmıştır.

Artık akılcılık sadece bilimsel ve teknik etkinliği yönetmekle kalmaz, insanların ve nesnelerin yönetimini de eline alır.(Touraine, 1994). Düşünsel olarak yaşama yerine olduğu gibi kabullenilen (bilgi nedeniyle) büyülü bir varlık haline gelir. Bu şekliyle yeni bilim, yerleşik çıkarlara karşı olduğu anda sağduyu denen iktidarsız akla başvurulacaktır (Horkheimer, 1986)[17].

Kapitalist toplumun sürekliliğini garanti altına alan ve gelişmesini sağlayan amaçsal-rasyonel eylem biçimleri akılcı ve bilimsel olarak tanımlanırken, bireysel karar alma ve davranış biçimleri akıl-dışı olarak kabul edilecektir (Habermas, 1992)[18].

Artık aklın kendisi diğer aletlerin yapımını sağlayan bir alet hizmeti görmektedir (Horkheimer ve Adorno, 1995)[19].

İktisat ve sosyoloji yeni gelişen toplumsal yaşama ilişkin bilgiler, anlamlar üretme işlevlerini üstlenmişlerdir. Adam Smith’de zenginlik, ulusların zenginliği anlamında iken, üretim ve tüketimin rasyonalize edilmesi, etkinliğin artması ve karlarda artış anlamında kullanılmıştır. Sosyal bilimlerin toplumsal olayları değişmez ilke ve kurallar olarak ele alma eğilimine girip, doğal bilimlere ilişkin bilme yöntemlerini temel alarak, artık toplumsal yaşam mühendisliği denilen bir alanı ortaya koyacaktır. İnsanı tanımlamaya çalışırken, sürekli olarak varolanı tanımlamaya ve birbirleriyle karşılaştırmakta, farklı durumları sınıflandırmakta, farklılıkları ortaya koyarak, farklı olanların dışlanmasını sağlayacak bilgiyi yaratmaktadır. Özellikle azgelişmişliğin teorik olarak ele alışlarında gelişme yazını bu çerçevede ele alınmış, bu ise bilginin tarafsız bir şey olmadığını en önemli göstergesi olmuştur[20].

Bilgi ve taşıdığı doğruluk sosyal bilimlerin temel sorunudur. Aydınlanma bilgisi içinde doğruluk kendisini önceleyen yaşam pratikleri ve bilgi biçimleri üzerinde bir güç, baskı olarak ortaya çıkmıştır. Bilgi bu anlamda iktidar ile ilişkilidir. Toplumsal yaşamı çerçeveleyen ve belirli bir toplumu tanımlayan bilmelerin yeniden üretilme mantığı kendi başına önemli bir iktidar biçimidir. Toplumsal alana ait bilgiler, bir bütün olarak egemen olan toplumsal yaşam biçiminin temel mantığını olumlayarak, sisteme ait iktidarın yansıtıcısı olurken, doğrudan sistemi ayakta tutanlar bilgi üretmenin temel aracıları olmuşlardır. Bilgi kanalı ile iktidar kendi varlığını daha çok cezalandırma ilkesi yerine toplumsal düzende yürürlükte bulunan norm ve değerleri içselleştirmeye ikna ederek emniyet altına alır (Sarup, 1995). Ekonomi bilimi artık ekonominin ne olduğundan çok nasıl olması gerektiğini de vurgulamaktadır. İktidar ve güç ilişkilerindeki değişmeler, yeni bilgi nesneleri ve yeni bilgilenme sistemleri yaratırken, yeni bilgiler ve bilgi sistemleri de iktidarı/gücün etkisini arttırır (Larrain, 1994). Çoğaltmak ve artırmak yani gelişmek, yani ilerlemek kapitalizmin temel mantıksal belirleyicileridir. Tüm yaşam pratiklerinin ençoklaştırma ilkesi çerçevesinde disipline edilmesi, bir yandan sermaye birikim sürecinin varlığı ile mümkün hale gelen bir olgu iken, diğer yandan sermaye birikiminin gelişmesi için gerekli alt yapıyı hazırlamıştır.

Eğer bilgi, güç ve iktidarla ilişkili ise ve eğer bu ilişki kapitalizmde daha sıkı örgütlenmiş bir dizi disiplinize edici bir biçim (panoptican) almışsa, genel olarak “bilgiyi”, özel olarak da “bizi” araştırma nesnesi haline getiren “gelişme yazınının ürettiği bilgiye karşı daha bir şüpheci, daha farklı açılardan bakmamızı gerekli kılıyor[21].

Akıl merkezli bakış açısı, metafiziği tanımlayan aslında bir epistem biçimi, bir görme algılama biçimidir. Kavramlar arsında yapılan sınıflandırma bizi akıl merkezci bir teleolojiye götürür. Bu aklın varlığı bizi bütünsel bir tarih ve bütünsel doğru kavramlarına götürür (Heller, 1989). Tarihin bugünden geriye doğru kurgulanması yoluyla ikili zıtlıklardan kaynaklı ve birinin diğerine üstün kılınmasını sağlayarak tarihe bir amaç yükler. Hegel’ göre evrensel tarihin farklı gelişme aşamaları coğrafi ve antropolojik gerçekliklerin varlığında, evrensel ve en gelişmiş haliyle mutlak tin belirli bir toplumda vücut bulurken, diğer toplumlar bu mutlak tinin daha önceki aşamalarını yaşayabilirler (Hegel, 1991)[22].

Rasyonel insan çevresi ve kendisi hakkında tüm bilgilere sahip olan ve düşüncelerinin tamamen gerçeği yansıttığı düşüncesi, bu bilgiden hareket eden insana dünyayı açıklama ve açıklamaları doğrultusunda onu değiştirme hakkı veriyordu. Rasyonel insanın bilgilenme süreci:

Kendisinin ulaştığı aşamayı kutsayan bir tarih anlayışı, Bu nedenle Avrupa Merkezci ele alışa neden oluşturmuş,

Evrim kuramlarının gelişmesi ve evrimci kuramları olanaklı kılabilecek bir metot, karşılaştırmalı analizin kullanılmasını sağlamıştır[23].

Toplumsal ilişkilerde gözlemlenen yoğun değişmeyi yaşayan toplumları, dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan toplumlardan farklı kılmıştır. Bu farklılıkları anlama kaygısı, birlikte evrim kuramlarını ele alınmasına ve buradaki akıl merkezci ve ikici bakış açısı nedeniyle Avrupa’da yaşanan değişim açısından hareketle tarihin tanımlanmasını sağlamıştır. Buna bağlı olarak:

Değişme ve evrim doğal ve normal bir süreç olarak düşünülmüş (Nisbet, 1975),

Evrimin belirli bir yönü olduğu, toplumun her zaman ileriye doğru gelişme eğilimi içinde olduğu düşünülmüştür.

Evrim topluma içkin olduğu, değişimin belirleyicilerinin ise üretim ilişkileri, düzen ve rasyonelleşme olarak ortaya konmuş,

Değişimin sürekli olduğu, değişimin yavaş ve kümülatif bir süreç olduğunu, tarihte sıçramaların olamayacağı belirtilmiş,

Değişimin zorunlu olduğu ilkesi ile sosyal gelişmenin bir yöne doğru, topluma içkin ve sürekli olduğundan çıkartılmıştır.

Gelişme ve gelişme aşamalarının gösterilmesinde karşılaştırmalı metot kullanılmıştır. Olması gerekene göre (Avrupa merkezli toplum) farklı olan toplumlar değerlendirilerek, gelişmenin neresinde oldukları gösterilmeye çalışılmıştır[24].

Bölüm 2

Kapitalizmin kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratma süreci aslında bugün azgelişmiş diye tanımlanan toplumların azgelişmişlik nedenlerinin başında gelir. Ulusal ekonomiler tarihin belirli bir döneminde büyük dönüşüm sürecine girmiş ve kısa sürede bu dönüşüm, değişimi daha yavaş yaşayan ve dolayısı ile daha donanımsız toplumlara yansımıştır. Özellikle ulaşım sektöründe görülen genişleme kıtalararası ekonomik birimleri birbirine bağlamayı sağlamış, en ücra köşelerdeki yapıları kökten değiştirme yönündeki eğilimi başlatmıştır (Buharın, 1975). Merkantalist dönemde başlayan  bu eşitsiz gelişme İngiltere’nin kolonyalist sürecini gündeme getirmiştir. Kolonileştirme siyasi ve yoğun militarist şiddeti içeriyordu. Üretim süreçleri ve ekonomik yapıları parçalayarak, ekonomik yapı/toplumsal yapıların kendi iç dinamikleri ile gelişme süreçleri geri dönülmez şekilde tahrip ediyordu. Merkantilizm ulus temelinde ekonomik yapıyı öngörürken, devletin siyaseti olarak korumacılık ve serbest ticareti öneriyordu. Wallerstein’in Batı Avrupa Dünya Ekonomisi’nin coğrafi genişlemesi olarak adlandırdığı bu süreç, kapitalizmin katliam, kölelik ve yağma ile elde ettiği servetlerin batıda sermayeye dönüşmesini sağlarken, kolonyalizm de şekil değiştirerek, devletlerin işgalinden, ticaretin işgaline dönüştürmektedir. Bunun sonucu İspanya ve Portekiz gibi sömürgeci ülkeler yenilirken, sanayiinin daha gelişmiş olduğu İngiltere öne çıkmıştır. Kapitalizm rekabetçi olmaktan çıkarak monopolist yapıya dönüşmüştür. Çevre ülkeler daha çok borçlanarak, merkez ülkelere sermaye ihracı hızlanmıştır. Sermaye ihracının iki önemli biçimi:

Faiz olarak,

Kar olarak ihracıdır (Buharın, 1975)[25].

Tüm bu sermaye ihracının çevre ülkeleri açısından sonucu aşırı borçlanmadır. Ülkelerin ekonomik kaynakları ve yerel sermaye birikimini tahrip eden bu değişim çevre kapitalist oluşumlar merkeze olan siyasi bağlanmanın da güçlenmesini sağlamıştır. Bilgi ve bilme sistemlerinin kolonizasyonu düşünceler ve aklın kolonizasyonu ile devam etmiştir[26].

Modernlik kısa sürede bir denetim, bütünleşme ve baskı aracına dönüşmüştür. Bu anlamda şimdi ve kendisi olanı ileri, gelişmiş olarak, kendisine benzemeyeni de farklı, öteki, ilkel ve modern olmayan diye tanımlamaya başlamıştır. Eski dünyanın görünüm ve duyuşundan tek bir iz bile taşımayan türdeş, tümüyle modernleşmiş bir alan yaratma güdüsü (Berman, 1984) ile hareket edilmektedir. Uygar milletler barbarların bağımsızlığını formel bir şey olarak görürler. Hegel tarihsel halklar ve tarihsel olmayan halklar ayrımını yapmıştır. Tarihsel olanlar, kültürel olarak gelişmiş, güçlü halklar ve bu yolla dünya tarihinin gelişmesine katkıda bulunabilen halklar olarak tanımlarken, diğerleri ise manevi olarak zayıf, kendi kendilerini geliştirmekten yoksun, dolayısı ile hiçbir uygarlaştırıcı misyona sahip olamayan halklardır. Bu nedenle ikinciler birincilere tabii olmalıdırlar. A. Comte’un üç hal yasası ilerleme düşüncesi üzerine kurulmuş olup, batı toplumları insanlığın zorunlu olarak içinden geçmesi gereken ilk iki aşamadan yani teolojik, metafizik aşamadan geçerek son aşama yani pozitif aşamaya ulaşmıştır[27].

Durkheim değişken işbölümü ile yeniden tanımlayarak, ve toplumsal gelişme mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçiş olarak ele almakta, bu süreç içinde anomik, hastalıklı, normal olmayan gelişmelerin olabileceği de belirtilmektedir. Normal olmayan bu yapıların analizi normallerin daha da geliştirilmesinin ip uçlarını sağlayacaktır (Durkheim, 1984). Bu öneri 1940’lardan sonra yaygın kullanılacak analiz biçimi olan  fonksiyonalizmi işaret etmekteydi. Bu analiz özellikle azgelişmişlik analizlerinde önemli bir yer tutacaktır[28].

J.B. Say yabani toplumların aydınlanmaya geçişlerinde gelişmiş toplumların üzerine vazife oluşturduğunu ve bu görevin yabanıl toplumların çağdaşlaştırılması olduğunu tanımlamıştır (Larrain, 1989). Stuart Mill ise geri kalmış toplumların geri kalmışlığı bu toplumlarda birikim yapmak için güçlü bir isteğin olmaması ve insanların fazla biriktirme amacı/isteği olmadığı için aşırı çalışmaya gerek duymadıkları ve dolayısı ile tasarrufun olmadığı gibi içsel nedenlerle açıklamaktadır.Weber kapitalizmin gelişiminin sadece Avrupa’ya özgü olduğunu gösterirken, kültürel faktörlerin sadece sembolik üretim üzerinde değil, daha önemlisi maddi üretim üzerinde de etkili olduğu belirtmektedir. Yaşam biçimleri Weber’e göre kendine özgü (unique)dır. Kapitalist yaşam biçimi kendine özgüdür çünkü yaşam biçimini şekillendiren bireylerin eylemleridir. Bu nedenle yaşam biçimlerini anlamanın yolu da bireylerin kendi eylemlerine verdikleri anlamı anlamaktan geçer. Feodalizmde geleneksel sosyal değerler, kapitalizmde ise rasyonel sosyal değerler hakimdi. Rasyonel değerler sistemi ise, kapitalizmde sadece bir sosyal değerler sistemi olarak değil de, bir sosyal yaşam biçimi olarak ele alınmıştır. Bu ise bürokrasi biçimi için dönüştürücü güç haline gelmiştir. Rasyonel değerler sistemi, bireylerin amaçlarının en rasyonel dile geliş biçimi olarak üretimin organizasyonu ve yönetimin organizasyonunda gözlemlenen değişmelerle birlikte bir yaşam biçiminin örgütleniş biçimi olarak kapitalizm diğer toplumları dönüştürme potansiyelini de içinde taşımaktadır. Bu toplumsal değişimi Avrupa’dan farklı yaşayan toplumları anlamak için bir rehber haline gelmiştir. Siyasal yapılanmada, geleneksel yönetim tarzı ve bunu tanımlayan patrimonyalizm, askeri-bürokratik yapı, rasyonelleşmenin ve gelişmenin temel engelleri olarak ele alınmıştır[29].

Weber’in yöntemi, gelişmekte olan kapitalizmin, yayılma ve gelişmeye bağlı olarak ihtiyaç duyduğu egemen kültür söylemini yaratma çabası ile uygunluk göstermektedir. Kendilerinden başka olanı, istedikleri gibi yansıtma ya da öteki üzerinde egemen olma hakkını sağlamaya yöneliktir. Doğu, batı için nesnel gerçekliği olan bir yer değil, bir metindir (Parla, 1985). Batı dışı uygarlıklar önlerinde ambalajı çok iyi yapılmış bir insan bilimleri paketi bulmuşlardır (Shayegan, 1991). Kültürler arası karşılaştırmalar hiçbir zaman tarafsız olmamışlar, diğerini benzerlik ve farklılıkların aynasında tanımlamaktadır. Değişim benzerlik söyleminin bir parçası olarak kullanılmaktadır (Pieterse, 1991).

Gelişme yazınının ikinci dönemi gelişmemiş olan toplumları bir bütün olarak araştırma nesnesi haline getirmiş, bu toplumlara ait daha detaylı ve sistematik bilgi üretmek için insan bilimlerinin hemen hepsi daha uzmanlaşmış alt birimler olarak ötekini tanımlamaya yönelmişlerdir. Bu teoriler batılı olmayan toplumları tarihsizleştirerek ya da onlara emperyal yol göstericinin perspektifinden bir tarih atfederek tarihi düzenlemiştir (Pieterse, 1991)[30].

II Dünya Savaşı sonrası gelişme yazınında ortaya çıkan koşullar şunlardır:

Savaş sonrası ABD’nin bir ekonomik güç olarak etki alanlarını yeniden şekillendirme isteği,

Bir dizi sömürge ülkenin sömürgelikten kurtularak, bağımsız devletler haline gelmeleri,

Azgelişmiş ülkelerin kendi iç dinamiklerine bağlı olarak kalkınma ya da kapitalist ilişkileri geliştirme yönündeki eğilimleri,

Uluslararası ilişkilerdeki soğuk savaşın yarattığı gerilim ortamında azgelişmiş ülkelerin soğuk savaşın taraftarı olan ülkelerin dış politikalarının belirlenimi altına girmesidir[31].

Huntington’a göre, Savaştan sonra ABD peşinden giden bilimsel faaliyet, Sovyetler Birliğine karşı Soğuk Savaşa katıldı. Bir çok üniversitede Asya, Ortadoğu, Latin Amerika ve Afrika üzerine Amerikalıların bilgi ve anlayışını artırmaya yönelik bölgesel araştırma programları ortaya çıkıverdi. Toplanan bilgiler devasa bir tanımlama aracılığıyla belirlenen söylemler sömürgeciliğin öznelerini sınıflandırmış ve ideolojik olarak yönlendirmiş; ilgi ve farklılıklara dönüştürülerek ideolojik olarak belirlenmiş bir değer hiyerarşisine çevrilmiştir (Ahmad, 1995)[32].

Bu süreçte ekonomik ve toplumsal gelişme batılı olmayan dünyada istikrarsızlık ve komünizme karşı uzun dönemli bir çözüm olarak görülmeye başlamıştır (Tipps, 1973). Gelişme yazını ile özgür dünya yaratma projesinin ürünü olarak ilan edildi. Özgür dünyanın koruyucusu olarak da ABD belirlenmiş oldu (Preston, 1986). Geri kalmış ülkelere herhangi bir komünist eğilime girmeden, demokratik dünyanın belirlediği sınırlar içinde hazırlık safhasını tamamlayarak gelişme aşamasına geçebileceklerini göstermek gerekiyordu (Rostow, 1960)[33].

Gelişme yazınında önemli bir değişim gerçekleşerek, evrimci ele alışla gelişmenin sürekli, kendiliğinden ve zorunlu olduğu düşüncesinden vazgeçilmiştir. Bu toplumlar normal olarak gelişmeleri gerekirken gelişmemişlerdir, bu hastalıklı bir durumdur, bunun için hastalığın doğru tanımlanması gerekir. Bu çerçevede geliştirilen gelişme ekonomisi, gelişme sosyolojisi ve gelişme siyaseti tanı koyma araçları olarak geliştirilmişlerdir[34].

Gelişme ekonomistlerinin vardıkları sonuçlar şunlardır:

Azgelişmiş ülkelerin gelişmemişliğini göstermek için temel yöntem karşılaştırmalı yöntemdir. Bunu Clark kişi başına düşen gelir düzeyinden hareketle yapmıştır. Ardından, sermaye donanımını tanımlayan tasarruf, yatırım gibi diğer değişkenlerle bu karşılaştırmalar yapılmıştır.Bir diğer ölçüt olarak piyasanın büyük ya da küçük olması üzerinde durulmuştur.

Azgelişmiş olarak tanımlanan ekonomilerin bu ülkelerin içsel dinamiklerinden kaynaklanıyor olmasıdır. Toplum gelenekle bağımlı, durgun ve durgunluğu koruma eğiliminde bir yapıya sahiptir. Ekonominin önemli bir kısmı parasallaşmamış ve pazarın etkilerinden uzaktır:

Tasarruf oranlarındaki yetersizlik,

Yatırımlardaki yetersizlik,

Pazarın yeterli büyüklükte olmamasıdır.

Dolayısı ile ortaya çıkan kısır döngü azgelişmiş kaynaklar, düşük üretkenlik ve düşük gelir düzeyidir. Nurkse’nin tanımladığı bu yapı değişime kapalıdır ve azgelişmişliğin nedeni azgelişmişliktir (Nurkse, 1967).

Üçüncü aşamada hastalığın tanımlanması ile onun normale döndürülmesinin sağlanmasıdır. Neo-klasik ekonomiye göre ekonomi normal durumunda denge içindedir. Azgelişmiş ekonomilerde hastalıklı bir denge vardır. Yaşanan krizler ile iki farklı ekonominin varlığı gelişme iktisadında belirleyici olmuştur.

Gelişmemiş ekonomilerin, ekonomik olarak kalkınmamış olan ülkelerin düzeyine erişecekleri yönündeki iyimserci ele alıştır. Bu düşüncenin temelinde de doğrusal gelişme yönündeki evrimci yaklaşım vardır. Bunun doğal bir sonucu olarak fonsiyonalist anlayışla bu ülkelere dışardan yapılacak müdahalelere ortam yaratması olmuştur.

Azgelişmişlikten kurtulmak için bu ülkelere müdahale yapılması gerekmektedir. Bu yöntemler:

Keynesyen nüfusun büyüme oranı ve tasarrufların büyüme oranı arasındaki ilişkileri dikkate almaktadır. Growthomani denilen bu yöntemde büyümenin varyasyonları üzerinde durulmuştur.

BM’nin 1951’deki raporunda yatırımların ulusal gelir içindeki oranı üzerinde durulmuştur. Gelişmiş ülkelerde % 10 olan oran azgelişmişlerde % 5’dir. Öyleyse sorun bu oranın değiştirilmesidir:

Çıktı başına girdiyi en aza indirmek için tasarruf çabalarını en üst düzeye çıkartmak,

Üretim alanındaki bilgi ve uygulamalarına ağırlık vermek,

Kişi başına sermaye ve diğer kaynakların miktarını arttırmaktır(Lewis,1966).

Lewis toplumu kapitalist sermaye üreten kesim ve geçimlik dediği sermaye kullanmayan yeniden üretilebilir kesim olarak tanımlamış ve bu kesimin üretken olmadığını belirtmiştir.Buna bağlı olarak kalkınmayı geçimlik kesimden kapitalist kesime geçiş süreci olarak tanımlamıştır. Azgelişmiş ülkelerde kapitalist kesim az ve birikimlerini ekonomiye tekrar dönüştürmeyi beceremiyorlarsa, doğrudan devlet müdahalesi ile kaynaklar yaratılmasıdır. Bu kaynaklar ek para basma, vergileri arttırma, ucuz banka kredileri ve enflasyonist koşulların yaratılması ile sermayenin kapitalist kesimler elinde birikmesinin sağlanmasıdır (Lewis, 1953). Bir diğer kaynak ise ülke dışı borçlanmalardır.

Bu koşulların yaratılması için planlama gereklidir. Ekonomiyi belirli bir yönde geliştirme, etkileme ve sermaye birikim sürecini hızlandırmak için devletin planlama kanalı ile müdahalelerin önemli bir aracı olarak ortaya çıkmıştır.Piyasanın görünmez kontrolü devlet eliyle görünür bir sosyal müdahaleye dönüşecektir (Lewis, 1949).

Müdahale yöntemi olarak dış finans kaynaklarının kullanılması, borçlanma, dış yardım ve dış yatırımlardır. Dış yardım ABD’nin dünya genelinde kontrol ve etkisini sürdürmesinin bir yöntemidir ve tamamen çökmüş ya da komünist bloğa girme yolundaki ülkeler göz önüne alındığında sürdürülmelidir (Başkan Kennedy, 1962).

Gelişme iktisadı, dünya üzerinde varolan ekonomik yapıları gelişmiş/azgelişmiş sınıflaması içinde ele almıştır, (ikili yaklaşım)

Sınıflamaya taraf olan azgelişmiş ekonomilerin gelişme dinamiklerinden yoksun oldukları ve değişime yabancı oldukları belirtilmiştir. (Tarih dışı toplumlar)

Azgelişmiş denen toplumların bir dizi içsel dinamiklerin yokluğunda gelişmeye kapalı olduğu vurgusuna rağmen, gelişme iktisadı çerçevesinde, tüm azgelişmiş ülkelerin içinde bulundukları durumdan endüstriyel aşamaya geçebilecekleri ya da geçmek zorunda oldukları şeklinde iyimser bir inanç söz konusudur. (evrimci yaklaşım)

Gelişme iktisadı ideal tip olarak kabul ettikleri bir ekonomik modele sahiptir (evrenselleştirme).

Gelişme yazınında ideal modellere referans olarak kapitalizmin ortaya çıktığı ülkeler gösterilirken, bunların karşısında yer alan diğer toplumların arasındaki farklılıklar göz ardı edilmektedir.

Planlama yoluyla devlet müdahalesi, kapitalist dünya projesine hizmet etmiştir.

Gelişme ekonomisi, gelişmeyi kişi başına düne gelir ya da Ulusa Gelirdeki yıllık artışlar olarak ifade etmektedir.

Kısacası gelişme ekonomisi, batı merkezli, ikilemlere dayalı, doğrusal iyimser, teleolojik bir anlayışa sahiptir ve dayandığı genel formülasyonlar totaliter bir bilgilendirme üretmektedir[35].

Gelişme sosyolojisi modernizasyonu, bir süreç olarak kaynakların rasyonel kullanımı temelinde, modern toplumun kurulması ve süreç içinde gelenekselliğin kaçınılmaz bir sonuç olarak ortadan kalkacağını belirtir (Welch, 1967).

Bireye ilişkin psikolojik düzeyde, modern değer ve yeteneklerin başarı yönetimi, demokratik değerler, politik katılım, siyasal itaatin gelişmesi için zorunlu olan düzeydir.

Kurumsal düzeyde, Pazar, işbölümü, bürokratik akılcılık, modern devlet yapısı ve siyasal istikrarın gelişme için zorunlu olduğu düzeydir.

Teknolojik ve parasal düzey, bilgi, gelişmiş teknoloji, sermaye ve benzeri donanımların üçüncü dünyaya taşındığı düzeydir (Fitzgerald, 1987)[36].

Gelişme sosyologları kategorilerini heuristik (deneyime dayalı) denebilecek araçlara dayandırmaktadır. Sosyolojide kalıp ve modeller yapısal-fonksiyonalizm olarak adlandırılmaktadır. Parsons dört kalıp kullanmaktadır:

Etkinlik, edilgenlik,

Yayılmacılık, özselcilik,

Kolektivizm, bireycilik

Atfetme, başarı ölçütlerine göre toplumu beş aşamada ele almaktadır:

İlkel toplumlar (Avustralya yerlileri)

Arkaik toplumlar (Mezopotamya imparatorlukları)

Tarihsel toplumlar (Çin, Hindistan, İslam imparatorlukları)

Yerleştirilmiş toplumlar (İsrail, Yunanistan)

Modern toplumlar: ABD, SSCB, Avrupa, Japonya[37]

Parsonscu evrimcilik ve amaç yönelimli karşılaştırmalı analiz, gelişme sosyolojisi için merkezi bir yaklaşımdır. Bert F. Hoselitz’e göre batı toplumlarının toplumsal olarak modern bir aşamaya geçmesinin temelinde, bu toplumlara özgü sosyal ekonomik, politik ve kültürel özellikler birbirleri üzerine etkiler yaratarak toplumsal değişimin gerçekleşmesine olanak tanır. Geleneksel toplumlarda ise sosyal ve kültürel değişkenler toplumun modernleşmesini engelleyen unsurlardır. Ekonomik gelişme, sosyal davranışların dönüşmesi ile gerçekleşir ve bu dönüşüm temelde ekonomi ile ilişkili olan yapı değişkenlerin bir biçiminden, yani atfetme, fonksiyonel yaygınlık ve partikülarizmden bir başka biçimine yani başarıya yönelik olma, evrenselcilik ve fonksiyonel belirlilik gibi başka bir biçime dönüştüğünü belirtir (Hoselitz, 1960). Parsons’tan farkı Schumpeter’in yaratıcı birey kavramı ile amaçları ile araçları arasında en uygun bileşimi sağlayan bireyin temel motor olduğunu ileri sürmesidir[38].

İçsel bağlantıları öne çıkartan McCleand başarı motifi düzeyi yüksek olan toplumların daha atak girişimciler çıkaracaklarını ve bunun da daha hızlı bir gelişmeye yol açacağını ileri sürmektedir (Higgins, 1968). Daniel Lerner’e göre Avrupalılaşma Orta Doğu’da üst sınıfların ideallerini yansıtırken, kitle iletişim araçlarının baskın hale gelmesi ile modernleşme nüfusun daha geniş kesimine yayılmıştır. Modernleşmeyi okuma-yazma oranları, kentleşme, katılım ve empati ile karakterize etmektedir (Harrison, 1990). Lerner insanların farklı çözüm biçimlerinde değil, problemlerinde birleştiklerini ve bunun da günlük yaşam biçiminin nasıl modernleşeceği olduğunu belirtmektedir. Toplumsal değişmenin geleneksel olan oral iletişimden, kitlesel olan medya sistemi ile gerçekleştiğini belirtmektedir[39]. Lerner’e göre üç toplumsal düzey vardır: Geleneksel olan, dönüşüm halinde olan ve modern toplumlar...

Inkenes ve Smith’in araştırmasına göre farklılıkların belirginleştiği alanlar:

Yeni deneyimlere hazır olma ve yeniliklere açıklık,

Acil olanlar dışındaki şeylere karşı ilgi,

Diğer insanların düşüncelerine karşı daha demokratik davranma,

Geçmişten çok geleceğe yönelik olma,

Kendi hayatlarını planlamaya muktedir olma,

Çevreye hükmedebileceğine ve amaçlarına ulaşabileceklerine olan inanç,

Dünyanın hesaplanabilir ve bu nedenle kontrol edilebilir olduğunu kabul etme,

Diğerlerinin, kadın ve çocukların, yaşama haklarının bilincinde olmak,

Bilim ve teknolojinin başarısına güvenmek,

Adil dağılıma olan inanç (Harrison, 1988)[40].

Moore modernleş sürecinin üç değişik yolu olduğunu vurgulamaktadır:

İngiltere ve ABD gibi burjuva devrimleri,

Rusya ve Çin’de olduğu gibi aşağıdan faşist devrimler,

Almanya ve Japonya gibi yukardan faşist devrimlerdir[41].

Huntington siyasal gelişme kavramını reddederek, azgelişmiş denen ekonomilerin normal siyasal biçimler dolayımında yani batıya özgü şekilde modern yapılara dönüşemeyeceklerini belirtmektedir. Marksist sınıf, grup, güç mücadeleleri, çöküş, militarizm gibi fenomenler aracılığı ile modernleşme ideolojisinin değişik yollardan gerçekleşebileceğini ileri sürer (Leys, 1990)[42].

Geliştirilmiş tüm temel kavram ve formülasyonlar iki kutupludur ve batılı formülasyonlar kendilerini diğerinin aynasında tanımlamaktadırlar. İlk kavramlar aklın etki alanında var olan üstün bir gerçeklik, değişmez var oluşlarına açıklama gereği duyulmayan apriori olarak kabul görmekte iken, ikinci kavramlar ilk kavramlara göre tanımlanmış, tabii nesneler, bozuk biçimlendirmelerdir (Manzo, 1991). Gelişme yazınında mantık merkezcilik, avrupabiçimciliği ve avrupamerkezciliği yerini PaxAmerikana altında yeniden kurgulanmaya başlanmıştır[43].

Gelişme ve modernleşmenin temel argümanlarına göre azgelişmiş ve geleneksel toplumlar gelişmiş ve modern aşamalara göre evrileceklerdi ancak artan kitlesel yoksulluk, sefalet, baskıcı otoriter rejimlerin yaygınlaşması, bölgesel ve iç savaşlar bu yanılsamayı ortadan kaldırmıştır (Smith, 1985)[44]. 1970’lere kadar egemen olan gelişme yazınının tahtından düşmesi ile ortaya çıkan yanılgılar:

Gelişme yazınının iflas etmesi ile ilişkili olarak gelişme yazınının tamamen başarısız olduğu yanılsaması,

Gelişme yazınına gerek olmadığı yanılsamasıdır.

Önceki aşamalara göre artık azgelişmiş denen toplumlar için sadece dünya pazarına direkt olarak katılma gibi bir reçete sunulmamakta, bir dizi uluslararası kurumların doğrudan denetimi altında yaşama geçirilmektedir[45].

Neo-liberallere göre ekonomi ancak kendi içsel dinamikleri ile yani dışsal müdahale olmadan daha etkin ve rasyonel sonuçlar üretir. Pazar ilişkilerinin evrenselleştiği, işbölümünün uluslararasılaştığı günümüz dünyasında ekonomi ve toplumların etkin kılacak şey, dünya ölçeğinde gelişen pazara bağlı olarak katılmaktadır. Dünyada yaşanan bunalımların nedenleri:

Kar oranları düşmüş,

Emek dünyasında huzursuzluklar artmış,

İşçilerin militan talepleri çoğalmış,

Sanayi sermayesi fabrikaları kapatarak spekülatif etkinliklere yönelmiş,

İşsizlik ve enflasyon aşırı miktarda artmış,

Tüm bu süreçler hem ekonomik hem de kültürel yapıları etkilemiştir[46].

Merkez kapitalist ülkelerde sermayenin krize girmesi ve artan rekabet, sermayenin daha elverişli iklimlere yönelmesine neden olmuştur. Kriz ve rakabet teknolojik gelişmelerin hızını arttırmıştır. Sermayenin varolan sınırları en azından üç anlam içermektedir:

Üretilen malların,

Sermayenin dünya ölçeğinde serbestçe hareket edebilmesi ve metalar ve sermayenin serbest hareket edebilmesi,

Uygun teknolojilerin geliştirilmesini gerektirmektedir[47].

Neo modernizasyon veya neo liberalizm direkt üretim sürecinin yeniden yapılanması olarak postfordizm/toyotizm dünya ölçeğinde yeniden yapılanmasının dile geliş biçimi oldular. Kapitalizmin uzlaşmacı bir aşamaya ulaştığı ve bu anlamda çelişkilerin yerini uzlaşmalara bıraktığı yönünde argümanlar tüm düşünce alanlarında egemen olmaya başlamıştır. Bireysel sermayenin kendisi için maliyetli olan tüm unsurları üretim sürecinden dışlayarak üretim süreçlerinin verili teknolojinin sağladığı olanaklarla bağlı olarak maliyeti daha düşük, yaşam koşullarının daha kötü olduğu alan ve bölgelere itilmesine neden olmuştur. Azgelişmiş ülkeler için çokuluslu şirketlerin dünya ölçeğinde karlılık koşullarını aramanın sonuçları olan üretimin farklı aşamalara bölünmesi ve her bir parçanın genel olarak sermaye birikimi için karlı olan mekanlarda gerçekleştirmesi daha da artmıştır.Dünya düzeyinde egemen olan analiz ve gerçeklik, esnek sermaye birikimi (Harvey), esnek emek pazarı, esnek üretim, esnek şirketler ve gelişen teknoloji ile liberalizasyon sürecinin doğal sonuçları olan bu değişkenler toplumsal sistemleri ve hatta düşünce biçimlerimizin de oldukça esnek bir özellik kazanmasına neden oluyordu[48].

Neo klasik ekonomi, doğal olarak, düzeni bozulan pazarlar ve devletin varlığının en düşük boyutlara indirgenmesi varsayımını da tartışmıştır.Neo liberal gelişme politikaları hem batı dünyasında hem de diğer dünyada etkili olmaya başlamış, sermayeye esnek koşullar sağlamak için kontrolleri ve korumacı siyasetleri kaldırmak, kamu harcamalarını kısmak, sıkı para politikalarını sürdürmek gibi bir dizi uygulamayı hayata geçirmişlerdir (Larrain, 1990)[49].

Kapitalizmin gelişimi için önemli görünen araçlar (devlet, müdahale, planlama, artık sermayenin yeni gelişim dinamikleri için birer engel haline gelmeye başlamıştır. Yabancı yatırımcılar etkin bir iş ortamı için Pazar oluşturabilir. Devlet artık girişimci olmamalı, enformal sektör girişimcilerin ortaya çıkabileceği bir ortam olarak değerlendirilmelidir (Landell, Agarvala ve Pleasa, 1989)[50].

Verimlilik ve ileri teknoloji yüceltilirken, refah ve yeniden dağıtımcı politikalar gözden düşmüştür. Tüm farklılıklar Pazar sözcüğünde ve tek bir ideolojide neo-liberalizmde birleşmiştir[51].

19.yy'daki özgürleştirici özünü kaybeden modernleşme artık, sürekli olarak gelişme, sürekli olarak Pazar mantığı ile üretkenlik, etkinlik ve rasyonellik adına ulusal ekonomilere değdiği noktada hem onları homojenleştirmekte, hem de artan uluslar arası rekabet karşısında her geçen gün yerel değişkenler dolayımında etkinlik ve karlılık adına farklılaştırmakta, heterojenleştirmektedir[52].

Gelişme yazınının üçüncü aşaması olarak belirlenen gelişme stratejileri:

Devletin ekonomik yaşama müdahalesi sınırlandırılmalı, varolanlar özelleştirilmelidir.

Pazara yönelik dinamikler geliştirilmelidir.

Pazarlar uluslararası dinamiklere açılmalı, mal ve sermaye hareketlerinde tam liberalizasyona geçilmelidir.

Gelişme stratejileri ihracata yönelik olmalıdır

Toplumsal etkinlik yerini bireysel etkinliklere bırakmalıdır.

Bunların ortaya çıkardığı önemli sonuçlar:

Ekonomik gelişme düzeyinin yükselmesi,

Bağımlılığın yerini bağımsızlığın alması,

Otoriter rejimlerin yerlerini demokratik düzenlere bırakması,

Gelişme ve modernleşmenin farklı gruplar arasında eşitlik getirmesi ya da en azından zenginle yoksul arasındaki uçurumun azalması,

Modernleşmenin, yüksek teknik sayesinde insan gücünün çevre koşullarını daha etkili biçimde kullanılmasına olanak sağlamasıdır[53].

Değişimin koordinasyonunu üstlenen IMF ve DB klasik istikrara programlarının yeterli olmadığına karar verildi. Artık makroekonomik uyum yanında yapısal reformlar gerekiyordu. IMF’den borç alabilmek için temel iktisat stratejisinin değiştirilmesi koşulu getirildi. Aynı dönmede DB’ da pazara uyumlu bir çerçeve hazırlayarak, bu çerçeveye uyanlar için kredi olanakları sağlarken, hastalıklı olarak kabule dilen ülke ve toplumlar için kredi olanaklarını kısıtlamıştır (Arın, 1995). Uluslar arası ekonomik ilişkilere giremeyen ya da girmesinin içinde bulunduğu koşullarda anlamlı olmayan ve bu nedenle borç ilişkilerine giremeyen ekonomiler için yeni gelişme stratejileri sunulmaya başlanmıştır[54].

Uluslar arası kurumların istemi ile devlet harcamalarının kısılması ile sosyal devlet ilkesi her yeni uygulama ile arkaik bir model olarak sunulmaya başlanmıştır.Sağlık ve eğitim gibi hizmetler özelleştirilmeye başlanmıştır.İşsizler ve düşük gelirliler için uygun fiyatlarla meta sunan kamusal alanlar tasfiye edilmektedir. Bu ise toplumda şiddete yönelimi artırmaktadır. Yeni modernleşmenin temel özelliğinin şiddet olduğunu belirten Apter iki temel sınıf yarattığını, birinin yeni modernleşmeyi tanımlayan fonksiyonel elitler kendilerini oluşturan teknoloji ve diğer olanaklardan yararlanırken, negatifler olarak tanımlanan marjinalleşmiş bir kesimden bahsetmektedir. Belirsizlik ve güvensizlik ortamının doğurduğu yüksek riskleri sadece güçlü uluslararası firmalar karşılayabilmekte, bunun dışındaki şiddetin giderilmesinde devletin güç kullanımı devreye girmektedir (Apter, 1987)[55].

Bölüm 4

Gelişmeyi sağlayan ya da önleyen mekanizmalar nelerdir? Kapitalizm feodal durgunluğu aşmanın vazgeçilmez bir aktörüdür. Üretici güçlerin serbest kalması ile pozitif bir güç elde edilmiş oldu. İnsanlık için sıkıntıları azaltan tüm bilimsel ve teknik bilgiler bu çağda kazanılmıştır (Havelman, 1990). Gelişme, gelenekselden modern olana geçiş anlamında insanın özgürleşmesi ve kendisi ile çevresinin de gelişmesi anlamına geliyordu. Bu olumlu anlamdaki gelişme panoptikan hiyerarşik düzenleme ve kapitalist üretkenlik, kar, fayda gibi ilkeler ile farklı bir alan kaymıştır. Üretim değişim değeri üretimine, rasyonelleşme ise üretimi ekonomik yöntemlere doğru kaymıştır. Hem iç pazarı, hem de daha sonra dünya pazarını oluştururken kapitalist üretim tarzı, varolan toplumsal örgütlerin biçim ve sınırlarını hiç dikkate almadan, ilk önce kaynakları (doğayı) ve sonra da mecburen insanları kullanmıştır (Williams, 1989). Gelişmeyi büyüme olarak bir yıldan diğerine üretim ve milli gelirde meydana gelen artış olarak ele almak, gelişme kavramının içeriksizleşmesine neden olmuştur (Sen, 1983). İktisat ve kalkınma yazını, niceliğin nitelik üzerindeki egemenliğini meşrulaştıran önemli araçlar haline gelmiştir[56].

Gelişmenin meta merkezli ele alınışı beraberinde insan ve doğayı meta üretimi için temel girdiler olarak ele almasının olumsuz sonuçları kapitalizmin aşırı meta üretiminde büyük miktarlara ulaştığı 1970’lerde iyice açığa çıkmıştır.Meta dolayımında tanımlanan etkinlik ve etkinliğin gerçekleşme biçimi olarak artan bürokrasi beraberinde hiyerarşik bir sınıflama içindeki yaşamda tutunabilme için başarılı olma ve ulaşılan başarı düzeyini sürekli koruma gibi bireyleri sürekli olarak topluma ve kendisine yabancılaştıran bir yaşam tarzının varlığına itmiştir.Sosyal statüleri daha fazla üretim ve daha fazla tüketim belirlemektedir.Bireylerin yetenek ve seçimlerini onlar adına medya gerçekleştirmektedir. Metalaşma ve medya modern bireyin ölümüne yol açmıştır (Wexler, 1990)[57].

Metalara içkin olan değerlerin ötesinde, metaların değeri iletişim ve reklam aracılığı üzerine kazınan sembolik değerler dolayımında piyasada işlem görmeye başlamıştır. Gösteri etkisi  (demonstration effect) ve yayılma etkisi (diffusion) ile gösteri toplumu yaratılmaktadır.Gösteri etkisi ile birlikte fussion etkisi üretim ve tüketim yönelimli meta aygıtının daha da hızlı çalışmasına neden olur (Larrain, 1989)[58].

Kapitalizmin evrenselleşen dinamikleri ile üretim için üretim ve araçsal akılın birleşimi ile ortaya çıkan riskler, hiç kuşkusuz sadece doğanın yok edilmesi ile sınırlı değil, insanın varlığı, insanın düşünen yaratan bir özne olma yerine her geçen gün üretim ve tüketim makinasının bir parçasına dönüşmesi riski, gelir eşitsizliğinin artışı ve insanların siyasal katılımlarının azalma riskini de artırarak gündeme gelmektedir[59].

İnsan merkezli gelişme kavramı farklı olarak gelişme sorununu belirli bir teorik bütün içinde alma yerine daha çok yaşanan bütünlüğün belirli bir boyutu ile ilgilenen kısmı teoriler olmuştur. Yine teorilerin gelişmeyi ölçme ve analiz etmekten çok yani ne olduğunun belirlenmesinden çok ne olması gerektiği üzerine yoğunlaşmışlardır (Hettne, 1990). Alternatif çerçeve sunması açısından Sri Lanka’daki Marga Enstitüsü’nün uzlaşma metninde:

Ekonomi, zenginliğin üretimi ve yaşam şartlarının gelişmesi ile eşit bir paylaşımın varlığını,

Sosyal yaşam, gelişmiş sağlık koşulları, eğitim, konut sahipliği ve iş olanakalrını,

Politik boyut, insan hakları, siyasal özgürlük, oy verme hakkı ve demokrasiyi,

Kültürel olarak insanlara kendi kimliğini tanıma ve insanlara kendi kendilerine değer verme haklarını içermeli,

Beşinci boyut, yaşam ve tarihe ilişkin belirli bir anlamlandırma, sembolleştirme ve inanç sistemini içermesi ile,

Goulet’in eklediği ekolojik yönelimli olması,

Ercan’ın eklediği kadın ve erkek üzerindeki etkilerinin eşit olmayı içermelidir[60].

Gelişme yazını doğrudan yaşamın kendisinin uzunluğu, ortalama yaşam süresi ve yaşam standardı ile ilgilenmelidir. Bireyin varlığı, bir şeyler yapabilmesi ve yeteneklerini geliştirmesi ile ilgilidir (Sen, 1988). Gelişme insan-insan ve insan-doğa ilişkilerini de içeren, insanın koşullar üzerinde belirleyici olduğu bir süreç olarak algılanması eğilimi ortaya çıkmıştır.Bununla birlikte ortaya çıkan kavramlara bakarsak; eşitlikçi gelişme ve temel ihtiyaçlar yönelimli gelişme ve kendi-kendine, güvene dayanan gelişme ile doğayı da içine alan ekolojik gelişme kavramlarıdır[61].

DEGERLENDIRME

Yazar son bölümle birlikte gelişme yazınına alternatif olarak geliştirilen bakış açılarını da özetleyerek kitabını tamamlamaktadır. Sonuç bölümünün son paragrafında da dile getirdiği üzere gelişmeye, ilerlemeye, teknolojiye karşı değil, bunun belirli ve tek yönlü olarak gerçekleştirilmesine karşı olduğunu ifade etmiştir.

Yazarın eleştirilerine katılmamak olanaksız olmakla birlikte, özellikle azgelişmişlerin gelişmesinde izlenebilecek yol ve yöntemler konusunda hangi önerilerin dikkate alınması gerektiği karışık görünmektedir. Özellikle küreselleşme ile birlikte bilginin oturduğu yerden bunu elde etmenin ve buna bağlı olarak geliştirilecek teknolojinin yanı sıra diğerleri (öteki değil) ilişkilerin nasıl olması gerektiği konusunda genel gözlemler dışında bir görüş edinilemektedir. Kapitalizm ve onun Marksist eleştirisi gözlerimizle birlikte, aklımızı ve elimizi, kolumuzu bağlayan başlıca engeller olarak görünmektedir. Ancak Marksizmin kendisinin de temel bir eleştiriye muhtaç olduğu gözden uzak tutulmaktadır. Kapitalizmin kurallarını ortaya koyan bir siyasi yaklaşım olarak, Marksist gelişme süreçlerinin de azgelişmişliği algılamasının benzer çözümlemeler yaptığını düşünmek için elimizde pek çok veri bulunmaktadır. Gerek Soğuk Savaş döneminden kalanlar ve gerekse günümüzde Marksist olarak eleştirilerde bulunanların azgelişmişleri oturttukları yer zaten çok da fazla dikkate almaya değer olmadıkları yolundaki seçkinci bir anlayışa oturmaktadır.

Akıl yürütmenin batı egemenliği altına alındığı ve oradan medyatik yöntemlerle tüm dünyaya yayıldığı günümüzde insana değer veren ve insan değerlerini yeniden üretebilecek bakış açılarını bulabilmemiz gerekiyor. Ancak bizlere ulaştırılan medyatik malumatların o denli etkisi altında bulunuyoruz ki, farklı gelişmelerin olabileceğini bile düşünmekten uzak kalıyoruz. Gerek üretim ve gerekse tüketimin ortaya koyacağı maddi ve manevi çıktılarını bilinçli ve kontrollü biçimde sağlama olanaklarından yoksun muyuz? Şayet bu soruya katılıyor isek zaten elimizde yapılabilecek çok fazla bir şey de kalmamaktadır. Öte yandan bu soruya gereksinimimiz olmadan kendi bilgimizi ve yaşam ortamımızı sağlayabilir ve tüketim çılgınlığına gerek de olmadan bireysel ve toplumsal gelişmeyi sağlayabiliriz.

Bu konuda yapılması gereken gereksinimlerimizin doğru biçimde planlanmasının yapılması ve yoğunlaşmış bilgi üretim kaynaklarımızın farklı şekillerde değil, farklı olan bilgilerin geliştirilmesini sağlamaktır. Bu sayede yeniden bilgi akışını düzenleyebilmek ve yeni insan değerlerini üreterek, geliştirmek olanağını sağlayabiliriz. Bunun için en önemli dayanağımız zaten var olan kamusal yapılarımızdır. Bu anlamda devlete her zaman olduğundan daha fazla gereksinimimiz bulunmaktadır. Çözülen dünyalar içinde devlet eliyle onun hiyerarşisi ve disiplinize edici etkisi ile yeniden örgütlenme ve üretim ağlarının kurulması olanaklı olabilecektir.

Sonuç olarak bilgi akışının düzenlenmesi, devlet yapılarının yeniden organizasyonu ile sistematik örgütlenme ve üretim ağlarının oluşturulması toplumsal gelişmenin itici güçlerini oluşturabilecektir.

DIPNOTLAR

 

[1] s.15

[2] s.17

[3] s.17

[4] s.18

[5] s.20-22

[6] s.25-30

[7] s.36

[8] s.37

[9] s.38

[10] s.39

[11] s.41

[12] s.43

[13] s.43

[14] s.44

[15] s.45

[16] s.46

[17] s.47

[18] s.48

[19] s.48

[20] s.49-51

[21] s.52-55

[22] s. 56-57

[23] s.57

[24] s.58-61

[25] s.68

[26] s.70

[27] s.73

[28] s.74

[29] s.77

[30] s.81

[31] s.82

[32] s.83

[33] s.84

[34] s.85

[35] s.95

[36] s.96

[37] s.98

[38] s.100

[39] s.101

[40] s.102

[41] s.102

[42] s.103

[43] s.104

[44] s.106

[45] s.109

[46] s.111

[47] s.112

[48] s.114

[49] s.115

[50] s.116

[51] s.117

[52] s.119

[53] s.119

[54] s.122

[55] s.124

[56] s.183-185

[57] s.187

[58] s.188

[59] s.190

[60] s.191

[61] s.193

My Contact Information

Links to Other Sites