SAGLIGIN TARIHSEL GORUNUMU

GIRIS ARREST-03 MI-2003 ARITMI-03 SOLUNUM-03 Photo Page AMBLNSKAZA MUKERRER ASILSIZ VAKAREDDI ILETISIM ASKER TRAFIKAZA-03 YENIDOGAN DOGUM-03 BAGLANTILAR OLAY YERI AFET AFET2 OLUM-03 SIGARA KANSER ENFEKSIYON KANSER KANSER SIKLIGI GSMH KANSER KANSER ONYIL SITMA KANSER HAVA KANSER KALP KANSER MESLEK KANSER ENDOKRIN KANSER RADYOLOJI KANSER HLA DUZENI KADIN ACIL-03 BEBEK TRIAJ ZEHIRLENME-03 PSIKIYATRI-03 MEVSIM-02 MEVSIM-03 MEVSIM-04 HLA GENLERI KANSER-02 KANSER-03 TRAVMA-02 HODGKIN S DISEASE BREAST BRCA PARAMEDIK-04 ISDOYUMU OZURLU1-04 OZURLU2-04 OZURLU3-04 ISDOYUMU-01 KARSINOGENEZIS SERVIKS CA KANSER KAYITLARI ERGONOMI ISKAZA(37-99) GRAMSCI TURKCAN ERCAN ERBAS YAYINETIGI AP NEDENLERI CINSELHASTALIK CINSELDAVRANIS SAGLIKFELSEFESI HEKIMLIKFELSEFESI DUNYADAISSAGLIGI OSMANLIISSAGLIGI ULUSLARARASI INSANIN DEGERI ANALJEZIK-02 MESLEKODASI INSANHAKLARI VERIMLILIK DONERSERMAYE PARTIveSAGLIK KURESELLESME About Blog

SAGLIGIN TARIHSEL GELISIMI

İNSANLIĞIN VE SAĞLIĞIN TARİHSEL GÖRÜNÜMÜ ALTINDA HEKİMİN YERİ VE İŞLEVİ ÜZERİNE

 

                Hekimlik bir uğraşı olarak nasıl ortaya çıkmıştır? Günümüzde bile bir çok hastalığın etkin tedavisi yapılamazken, ilk ortaya çıkışındaki konumu neydi, ne oldu, bugün hangi aşamadadır?

                Sağlık anlayışının tarihsel gelişimi boyunca da açıklamaya çalıştığımız hekimin yeri ve konumunu daha belirgin olarak,  ortaya çıkarmak zorundayız. Buna göre;

                Sağlık öncesi dönemde, herhangi bir sağlık anlayışı olmadığına göre bunu yürütecek kişiye de gerek yoktur. Ancak bu dönem insanı da yaralanmakta, hastalanmaktadır. Bu durumdaki kişi kendine bakacak kimse olmadığına göre, kendi kendine iyileşmenin yollarını aramalıdır. Yani sağlık öncesi dönemin hekimi, hastanın ta kendisidir. Hastalanan ve yaralananlar kendi yaralarını kendileri yalamaktadırlar.

                Sağlık kavramının ortaya çıktığı ilk dönem ise Kadercilik çağıdır. Daha önce açıkladığımız gibi bu dönemde alan ve veren tanrı olması nedeniyle günümüzde hekimin yaptığı işi, yani hastalıktan, yaralardan kurtaran ya da kişinin ölümüne neden olan tanrılar, ilahlar, putlar ya da onların dünyasal aracıları olarak peygamberlerin görevleridir. Pek çok dini kitabın yazdığı en büyük mucizeler ölmekte olan, öleceği bilinen ve hatta ölmüş bilinenleri diriltip, sağaltan onlardır. Bu işlemi uygulayanların makamına bağlı olarak da hekim toplumun en üst kademelerinde bulunmaktadır.

                Büyücülük çağına geldiğimizde, tanrıların da uzaklaşmaları ile tüm bu görevleri onların dünyasal temsilcileri olan din adamları, kahinler, büyücüler, kendilerince bir takım olağanüstü güçlere sahip olan insanlar üstlenmişlerdir. İyileşmelerde bunların her birinin kendine göre geliştirdiği yöntemler, büyüler vb. bulunmaktaydı. Yine bu kişilerin toplum içindeki yerleri üstlendikleri dini güçlerin etkisiyle, eskisi kadar olmamakla birlikte, gene de oldukça iyi idi. Ancak içinde bulunan konumun nedeni bu kişilerin o dönemdeki hekimlik işlevlerini yerine getirmelerinden olmayıp, zaten yüksek olan konumlarından kaynaklanmaktadır. Bu kişiler dönemin her türlü dünyasal işlerini, öteki dünya ile de iletişim kurarak sürdürmektedirler.

                İzlenimci çağa gelindiğinde, elinden sıra dışı iş gelen herkes sağlık alanında kendince çalışmaya ve bir takım şeyler yapmaya başlamıştır. Doğal olarak kendi çalışma alanları ile benzer uygulamalar ön planda gelmeye başlamıştır. Berber, kasap, nalbant, ressam vb. türde çok farklı alanlarda çalışmakta olan bu kişilerin sağlık alanında yaptıkları sonucunda aslında da çok yönlü olan bu alan ana yapısına kavuşmaya başlamıştır. Yine bu dönem hekimlik tarihi açısından ele alındığında hekimlik öncesi çağ olarak adlandırılabilir. Çünkü sağlık alanında çalışan özel kişi ve organlar halen daha yoktur.

                Taklit çağında ise önceleri farklı meslekten kişilerce gerçekleştirilen sağlık alanı, özelleşerek, konunun da giderek özgün bilgi gerektiren bir alan haline gelmesi sonucunda, sağlık alanı özel yetiştirilmiş kişilerin çalışma alanı oldu ve bu kişilere hekim denmeye başlandı. İzlenimci çağda daha çok gelişmekte olan esnaf grubunun egemenliğinde olan ve bu durumuyla üst düzeydeki kişilerin egemenliğine hizmet etmekte olan sağlık alanı, taklitçi çağda hekimlerin uygulama alanı haline geldi. Ancak hekimlik esnaflıktan ayrılarak, sağlık anlayışının doğrultusunda kendi kimliğini edinmeye başladıkça toplum içindeki yerini de yitirmeye başlamış oldu. Hekimin toplum içindeki işlevi kesinleşmeye başladıkça, yine toplum içindeki yerini yitirmeye başladı. Ancak yine kesin olan bir şey vardı, o da sağlık anlayışının yeni biçimi ile toplum içinde yer edinmeye başlamış oluyordu.

                Hekim denilen kişinin tarih sahnesine çıkışını gördükten sonra, bilinen insanlık tarihi açısından hekimin toplum içindeki yerinin de evrimini izlemeye çalışalım. Hekimin tarih içinde bulunduğu yerleri görmenin günümüz hekiminin yerini algılamamızda bize kolaylık sağlayacağını ve ne olması konusunda bir fikir vereceğini varsayalım.

                Sağlık öncesi ve hekimlik öncesi çağları ele almamızın fazalca bir yararı olmayacaktır çünkü bu dönemlerde bizim konumuz olan kavramlar daha oluşmadığı için, herhangi bir konum saptanması da söz konusu olmayacaktır. Bir de dünyanın içinde bulunduğu çağın genel kavramlar doğrultusunda ilerisinde ve gerisinde toplumların bulunduğunu kabul ettiğimizde aslında bu incelemenin oldukça dinamik yapıda olması gerektiği açıktır.

                Öncelikle hekimlik kavramının sağlığın izlenimci çağında ortaya çıktığını ileri sürdük, ancak bu çağın insanlık tarihi yönünden hangi aşamaya karşılık geldiğini belirtmedik. Aslında üstte de belirttiğimiz gibi bu aşama topluluktan topluluğa farklı dönemlerde ve tarihlerde gerçekleşmiştir. Bir de şunu göz önünde tutmalıyız, ilk hekim teriminin ortaya atıldığından bu yana anlamında ortaya çıkan değişiklikler bulunmaktadır. Örneğin Homeros’un İlyada’sında Argoslular içinde bulunan bir hekimden söz edilmektedir, ancak bu çevirilerden kaynaklanabileceği gibi, bugünkü anlamında kullanılmış olsa bile yaptığı işlere  baktığımızda ancak bugünkü hekimin çok ilkel atası sayılabileceğini kabul etmemiz gerekmektedir. Çünkü bu adam savaşlara katılmakta, boş zamanlarında hekimlikle uğraşmaktadır.

                Şimdi ilk olarak kölelik döneminde eğer varsa hekimin kim olduğunu ve bulunduğu yeri, karnını nasıl doyurduğunu görelim. Dönemin temel özelliği efendiler ve kölelerin bulunması, kölelerin kendilerine özgü herhangi bir haklarının bulunmamasıdır. Efendi ise kendisinin, ailesinin ve ülkesinin tek söz sahibi, yöneticisi ya da yönlendiricisidir. Bu dönemde bir de toprakla uğraşan ancak köleler sınıfında sayılanlar bulunmaktadır. Efendiler bu dönem kalan tüm yazılı kaynaklardan da görülebildiği gibi sıradan sayılan işlerle uğraşmayan, temel görevleri yönetmek, yönlendirmek ve savaşmak olan kişilerden oluşmaktaydı. O halde diyebiliriz ki, bu kişilerden hekim çıkmasını bekleyemeyiz. Hem vakit olarak, hem de statü olarak efendilere göre bir iş değildir. Öyleyse kölelerden oluşmalıdır. Ancak biliyoruz ki bu dönem kölelerinin özel yetenekleri hem yoktur, hem de efendinin kendisine baktırabileceği kadar güven duyması gereken kişilerden oluşması gerekmektedir. Yani öyle bir kişi olmalıdır ki efendilerin arasında yaşamalı ancak efendi değil köle olmalıdır. Ayrıca elinden bir takım değişik işler de gelen, az çok bilgili, anlayışlı, zeki kişilerden oluşmalı, ancak bu yeteneklerini efendiye karşı kullanabilecek kadar kendine güvenli olmalıdır. Bununla ilgili olarak eski Mısır belgelerinde hekimlere karşı, adi suçlulara uygulanan ceza yasalarının bulunduğunu görmekteyiz, yani kısasa kısas hükmü geçerlidir. Hastasını iyileştiremeyen hekimin eli kesilmekte, köleleştirilmekte ya da yaşamından edilmektedir. Efendi olmayan, ancak kölelerin içinde bulunmayan bu kişi işte hekimdir. Bu çağlarda yaşam gücünü veren ve alan tanrısal güçler olduğu için hekimin bu yönde herhangi bir isteği de bulunamaz. Eski Mısır’da bu güçlerin temsilcileri firavunlar, eski Yunan’da ise Zeus vb. diğer tanrılardır. Sonuç olarak söylenebilecek tek şey efendiler arasında yaşayan bu kölelerin, diğer kölelerden farklarının zincirlerinin altından olmasıdır.

                Bir sonraki insanlık aşaması olarak feodalizmi ele alalım. Günümüzde tüm insanlığın aynı aşamadan geçmediğini varsaysak bile genel kavramlar doğrultusunda benzer aşamaların tümüne birden bu adı verebiliriz. Feodal beyin, kölecilik dönemindeki efendiden farkı, yönetim yetkilerini elinde tutmasına karşın önceki dönemde işlerin yürütülmesi için bizzat ilgilenmesi gereken durumlar için, yerine bakabilecek, sosyal, ekonomik ve yönetsel olarak efendiye bağımlı kişilerin yetiştirilmiş olmasıdır. Bey kendi işlerini gördürmek için bir takım kişiler yetiştirmiş bulunmaktadır. Yani bu dönemde bir ara sınıf oluşturulmuştur. Ayrıca yine sıradan işlerle uğraşan, eskinin köleleri konumunu koruyan, ancak tam olarak efendiye bağımlı olmayan kişiler vardır. Bu dönemde ise hekim yine efendinin konağında bulunmakta, diğerlerinden farklı bir yeri varmış gibi görünmesine karşın, kölelik dönemindeki konumunu aynen korumaktadır.  Boynundaki altın tasmasını çıkartamamıştır. Yaptıkları bakımından herkesten bağımsız, ancak bulunduğu konum itibarıyle herkese bağlı bulunmaktadır. Hem beyin, hem de uyrukların sağlığı ile ilgilenmekte ancak dünyasal yürütme, yönetme, yönlendirmelerde bulunamamaktadır. Ayrıca uyruklardan da fazlaca bir farkı yoktur, gününün çoğunu başkalarına göre oldukça gereksiz işlerle geçirmekte, kendisine gereksinim duyulan durumları da elinden geldiğince belirginleştirmesi gerekmektedir, çünkü onun alanına el atmak isteyen pek çok kişi ve çalışma alanı bulunmaktadır. Aynı çalışma alanındaki çalışma arkadaşları ile rekabet etmek durumundadır. Kullandığı malzemenin kişiye yararlı olduğunu, kişiye zararı dokunmayacağı yönünde kendi lehine tanıklık yapabilecek kişi gene yalnızca kendi çalışma arkadaşıdır. Beyin konağında ise tek bir hekimlik mevkisi bulunduğunu düşündüğümüzde o zamanki çalışma koşullarının güçlüğü ve tehlikelerini daha rahat görebiliriz. Uyrukların içinde ise kendi hekimliğini kendilerinin yapmakta olduğu ve bunun gerekçelerini sağlık tarihinde ele almıştık. Ancak yine bu uyruklar için sağlık kavramının beylerden daha geç çıkmış olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerekir. Yine de bunların içinde zorunda kalınmış olunduğu için bir takım cerrahi müdahalelerde daha iyi konuma gelmiş kişilerin bulunduğunu tahmin edebiliriz. Ayrıca cerrahinin son yüzyıla kadar tıpta bir dal olarak kabul edilmediğini de bilmekteyiz. Sonuç olarak söylenmesi gereken, diğer tüm çalışma alanlarında kökten gelir ve konum değişiklikleri olmaktayken, hekimlikte efendiden, beyin yanına geçmek dışında başka bir konum değişikliği görememekteyiz. Altın boyunduruğu ile efendinin yanından, yalnızca isim değiştirmiş bulunan beyin yanına geçmiş bulunmaktadır. Ancak yine yönetime karışmasına, yönlendirmelerde bulunmasına olanak tanınmayan, köşede bekletilen ve ancak beyin, işine geldiğinde ve işine geldiği biçimde beyanlarda bulunulmasına izin verilen kişidir.

                Günümüz toplumuna gelindiğinde, demokratik yönetimler çağı başladığında ise yöneticiler artık kişisel güçlerine dayanarak egemenliklerini sürdürememekte, onun yerine seçimlerle iktidara gelerek kendilerini meşrulaştırmaya başlamışlardır. Aslında yönetim tabakasında ya da cephesinde çok fazla değişiklik olmamıştır. Yönetici kesimde artış olmuş, daha çok kişi yönetimde söz hakkı edinmiştir. Uyruklar ise kendilerini yaptıkları işler konusunda tümüyle özgür olarak bulurken, idareye katılma yönünden baskı grupları yoluyla etkinlik kurmaya başlamışlar ve yönetimleri kendi çıkarları doğrultusunda etkilemeye başlamışlardır. Artık çalışanlar grubu doğrudan yönlendirilenler olmaktan çıkmış, bağımsızlıklarını, bununla birlikte uyrukluktan çıkışlarını ilan etmiş bulunmaktadırlar. Hekimin konumuna gelindiğinde ise gelişen bilimin ve teknolojik gereçlerin yardımıyla sağlık alanında büyük yenilikler, gelişmelerin yanında daha önce de belirttiğimiz anlayış değişikliğine gidilmiştir. Ancak tüm bu değişikliklerin yanında etkinliklerinde herhangi bir değişim görülmemektedir. Daha önce bir çok kez yinelediğimiz gibi eğer sağlık tam bir iyilik hali ise bu konumu sağlamak için sağlık alanı uygulayıcıları olarak hekimlerin de bunu sağlayacak erkin isteminde bulunmaları ve toplumun yönlendirilmesinin  buna bağlı  olarak gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Artık anlaşılmıştır ki tam iyilik durumunun gerçek karşılığı ölümsüzlük ile eşdeğerdir ve bunun sağlanması koşulları ilkel dönemlerdeki gibi yanılgılara bağlı değil gerçek anlamıyla sağlıkla ilgilidir. Üstelik bu alanın, bugün sağlık alanı dışı çalışanlarca tümüyle kendi işlerine geldiği gibi kullanıldığı açık biçimde görülmektedir. İşte bu koşullarda günümüz hekiminin yine içinde bulunduğu konum halen daha ilk başladığı yerdir. Kendini sıradan bir çalışan gibi görmekte ya da öyleymiş gibi göstermeye çalışmakta ve aslında toplumun gerçek ihtiyaçlarına cevap veremez duruma düşmektedir. Altın boyunduruklu kölenin efendiliğini  ilan etmesi zamanı da gelmiş bulunmaktadır. Çünkü sağlık bugün kendini tanımlamış olduğu şekliyle, toplumun gereksinimlerini tam olarak dile getirmesi nedeniyle dünyanın ve bireyin yaşamını yönlendirme yetkisini hekime tanımaktadır. Ya bu yetki gerçekten yetkisi olanlarca gerçekler doğrultusunda kullanılmak üzere  üstlenilecektir ya da yetkisi olmayanlarca ve onların istekleri doğrultusunda sağlık alanı kullanılarak ve sağlık adına çarpıtılarak gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Tüm bunların sonunda kaybeden insanlık olacaktır.

                Sonuç aşamasında hekimlik başlangıcından bugüne kadar köleliğin bir türü olarak ortaya çıkmış, uygulana gelmiştir. Günümüzde de bu gerçeğin farkına varan politik iktidarlarca kendi politikalarına alet edilmek yoluyla kullanılmaktadır. Tüm çalışma alanları günümüzde bağımsızlığını ilan ederek, iktidarları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmekte iken hekimlik halen daha iktidarları (ve üstelik belki de bu konuda gerçekten yönlendirilmesi gereken ve hakkı olan tek çalışma alanı olmasına karşı) yönlendirebilecek politikalar, uygulamalar gerçekleştirmekten kaçınmakta, mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışmaktadır. Sağlığın başlı başına bir dünya görüşü, felsefesi olduğunu gizlemeye çalışmaktadırlar.

 19.12.1989-ANKARA                                                                                          Ahmet Haki TÜRKDEMİR 

III

II-İNSANLIĞIN TARİHSEL GELİŞİMİ

 

                Şu ana kadar geliştirilmiş bulunan hiç bir düşünce sistemi insanın neden var olduğuna, var olması gerektiğine yanıt vermeye çalışmamış bunu verili durum olarak kabul etmiş, kendini bunun üzerine inşa etmiştir. Bu nedenle tümünü aynı sınıfa sokabiliriz. Aslında bu sistemlere göre değerlendirmeye girdiğimizde de soyut, gerçekliği daha önce de söylediğimiz gibi totolojilere dayanan kavramlara ulaşırız.

                Şimdi benim tezimi insanlığın tarihsel gelişimi aşamaları içinde ele alacağız. Sağlık felsefesine göre yaşamdaki temel çelişki ÖLÜM - KALIM çatışmasıdır. İnsanı insan yapan buradaki ölümlülük, yok oluş, kayboluş, yitiş olgusuna karşı, bilinen sondan kurtulma çabalarıdır. Bu karabasan ilk insandan bu yana vardı, kurtulmak için pek çok alanda, bir çok şey yapıldı, ancak gerçeklik alanında somut hedefe ulaşılamamış oldu. Elimizdeki tek somut gerçeklik kalım, yaşam alanında binlerce yılda bir miktar genişleme sağlanabildi ve o kadarla kaldı.

                İşte insan yaşamı boyunca önündeki tek sorun budur ve kendine kendisi için belirlediği uğraşı alanı olmuştur. Binlerce yıldır, bilinen sondan somut alanda kurtulmasının olanaksızlığını görünce, yaşamın anlamını kavrayamadı ve yaşamını sürdürebilmek için tüm insanlık tarafından, içgüdüsel olarak hedef saptırılmasında bulunuldu. Ve belki de bu yapılmamış olsaydı insanlık bugün yok olmuş olacaktı.

                İlk insandan bugüne kadar en önemli şeyin kalıcılık, sonsuzluk, ölümsüzlük olması ve kendinin öleceğini bilmesi nedeniyle kendini hemen hemen ölümsüz olarak nitelendirdiği, en uzun süre kalıcı olan şey ile özdeşleştirmeye çalışmıştır. İlkel insanda bu durumu daha düşüncenin de gelişmemiş olması sonucu somut tanrılar oluşturduğunu görüyoruz. Öyle ki ilkel tanrılar son derece kişiseldirler, diğerlerinden gizlenilen oluşumlardı, bu nedenle mağaraların en girilemez, ulaşılamaz yerlerine resimler, şekillerle ulaşılmaya, sonsuz var oluşlarından güç elde edilmeye, giderek onunla özdeşleşilerek ölümsüzlüğe ulaşılmaya çalışıldı. Aslında ilkelde ölümsüzlük daha düşünce durumuna gelmemişti, yalnızca ölmemesi gerekliliği üzerine içgüdüsü vardı. Aynı zamanda daha yaşam isteminin de gerçeklik olarak bilinmediğini söyleyebiliriz, var olan ve tek gerçeklik ölmeme isteminin kendi dışındaki bir varlığa, ki bu her zaman var olan olmalıydı, aktarılmasıydı. Ve yine bu aşamada insanın bilgisi de sınırlı idi, neyin en çok varolduğunu, hep varolduğunu bilmiyordu, buna dayanarak diyebiliriz ki herkesin tanrısı kendine göre üstün, kendine göre sonsuz, üstün idi ve bu gücünü kulunun kendini gizli tutmasına bağlı oluyordu. Bu gizli, ölümsüz, bireysel, somut tanrılar arasından kendi kulunun en çok, en uzun süre yaşamasına olanak vereni ilk kendine inananın aracılığı ile  ve onu kendi peygamberi yaparak diğerleri arasında yayıldı, ancak her bir bireyin tanrısı da kendince varlığını koruyordu. Bir tanrı bir insandan, çok tanrı çok insana geçiş gerçekleştirildi. En uzun yaşayanın tanrısı baş tanrı ve onun insanı da baş insan oldu. Bu dönüşüm ise insanoğullarının ilk soyutlaması oldu, öncesinde her birinin kendine özgü olan ve bir diğerine tanımlayamadığı tanrısı, bir diğerinin gözünde de tanımlanmaya, yoruma uğradı, bunun sonucunda da ilk başta tanımlandığından çok faklı ve çok çeşitli görüntüleri oluştu. Başlangıçta somut, belirgin olan, sonrasında soyut ve belirsizleşti, tanrılar soyutlaştı.

                İnsanlık bir kere daha başladığı noktaya dönmüştü, ölüm-kalım savaşımı ve tanımlanamaz tanrılardan beklenenler, soyut, anlaşılamaz kavramlar şeklindeydi. İnsanların ise kavramları, olguları somut olarak algılamaları gerekiyordu. Tam bu nokta erk olarak güçlünün, ekonomik-sosyal alanda toprağa yerleşmenin, tarım ekonomisine geçişin, tarih olarak ilk çağların başlangıcı, bilim alanında ateşin bulunması, düşünsel alanda tinsel gerçekçiliğin başlangıcı, yönetsel anlamda yaşlının egemenliğinin, hukuk alanında ise hak kavramının ortaya çıkışı ile özdeşleşmektedir.

                Gerçek dünyada kalıcılaştırmak için yerleşen insan, her zaman aynı yerde bulunmaya başladığından, yakaladığı av hayvanı sayısı azaldı, yenilebilecek bitkiler bulmaya ve bunları yetiştirmeye başladı. Kendini yönlendirecek, birini bulması gerekiyordu, bir arada olanların tecrübesi ki bu en yaşlı olandı yönetici oldu, ancak yerleşikliğe geçmemişlerin talanlarından korunabilmeleri de gerekmekteydi, hem üretip hem de savaşması zor olduğundan aralarında bazıları (en güçlüleri) savaşçı oldu, barış zamanlarında avlanmak ek uğraşlarıydı. Sürekli aynı yerde duran kişilerin değişik zamanlardaki, değişik uğraşıları sırasında ateş bulundu. Yerleşme ile birlikte yapan ile yapmayan ayrıldı, mülkiyetin başlamasına neden olan bu durum mülk edinmeyi ortaya çıkardı. Düşünsel alan şimdilik dinsel alan ile aynı düzlemde bulunduğundan somutlaştırılan baş tanrı ve diğer yardımcı tanrıların sonsuz varoluşlarına dayanıyor, insan ise kendini ne kadar çok tanrıya yakın, özdeş duyumsarsa o kadar ölümsüzlüğe ulaştığına inanıyordu. Böylece ölümsüzlük alanı tanrılara bırakılmış oluyor, insanlığın önemli saptırmalarından biri gerçekleştirilmiş oluyordu. Bununla birlikte insanın başına gelen her şeyin tanrıların başının altından çıkması sağlık alanında da kaderciliğe yol açıyordu. Erki eline geçiren yaşlının yaptıklarının, söylediklerinin doğruyu, iyiyi yansıtması, çünkü o ana kadar yaşamayı en uzun süre başarandı, etkisel olarak doğru, iyi kavramlarının oluşmasına ve insanların soyut düşüncelere yönelmesine neden oldu. Toplulukta artık baştan doğru, iyi saptanmaya, kurallar saptanmaya başlanmıştı, yöneten-yönetilen ayrılmıştı.

                Somut tanrıların yer, gök, güneş, ay, ateş, su, yağmur vb. türden şeylerin kendilerini yinelemeleri insanda onların sonsuzluğu hakkında bir izlenime yol açtığından, tüm bunlara sonsuz iman sağlanmış, bulmak istediği ölümsüzlük düşünü tanrılar aracılığı ile sağlayabileceğini düşledi, bekledi. Düşünsel olarak bunlar olurken, gerçeklikte toprağa yerleşen insan, artık kendini adlandırabilir oldu. Artık o (x) yerine yerleşen (x) yerlisi olmuştu, diğerlerinden farklı kıldı, ayrıca aynı durum nedeniyle en azından ölümsüzlüğü kavram olarak yakalayabilmenin heyecanı doğdu, çünkü yerleşmiş olduğu topraklar onun adı ile anılıyordu, bu da onun adının bir çok nesil boyunca aktarılmasını sağlamış oluyordu, sanki hiç ölmemiş gibi adı geçiyor, öyküleri anlatılıyordu.

                Belki binlerce yıl sonra bu iman edilen tanrıların belirli ritüellikte hareket ettiklerinin ayırdına varıldığında, olağan üstülüklerinin olmadığı dolayısıyla ölümsüzlüklerinin anlamsız olduğu, sıradan oldukları gözlendiğinde, bunun böyle olduğunu ancak binlerce yıl sonra kanıtlayabilecek duruma gelecekti, somut tanrılar sistemini terk ederek soyut çoklu tanrılar sistemine geçmiş, kendisinin gerçek dünyada yaşaması sonucunda ortaya çıkan tanrı-kul iletişimsizliğini de tapınaklar, sunaklar gibi somut yerler ve yine somut olan adaklarla sağlamaya çalışmış. Böylece de insan tanrılara somut hediyeler sunmakta, ondan ölümsüzlüğü isteme hakkını edinmiştir. İşte soyut tanrılardan isteklerde bulunmanın kurallara bağlanmasının getirdiği ise insanlar içinde yeni kast grubunu oluşturdu, rahipler. Öncesinde topluluk yöneticiler ve yönetilenlerden oluşuyordu, yönetilenler de savaşçılar ve üreticilerden oluşmuştu. Deneyimli yaşlılardan oluşan yöneticiler grubu, önceleri zaten her türlü idari işleri de yürüttüklerinden rahipliği de yürütüyorlardı.

                Bu arada yerleşik sisteme geçen topluluklar arasında mülk edinilen topraklar için pek çok anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar gündeme gelmiş, yaşlı, deneyimli yöneticilerle ve yeni oluşmaya başlayan rahiplerce çözülemeyen sorunlar, belki de bunlara iletilmeden önce artık ayrışmaya başlayan yerleşikler arasında klanlar, aileler, boylar, aşiretler arası ve içi kaba gücün yardıma çağrılmasına ve daha önceleri yalnızca avcı ve savaşçılar kastının oluşmasına yol açmıştır. Başlarda savaşçı kastı yalnızca savaş zamanları ortaya çıkan ve savaşlarda yönetimi elde tutanlardan oluşurken, bu genç, güçlü, giderek savaş koşullarının efendileri barış zamanlarında da yönetime ağırlıklarını koymaya başladılar ve giderek yöneticiliğin tanrısallığa, ölümsüzlüğe yakınlığını üstlenmek istediler. Böylece de ilk çağ devrimi olmuş oldu,           yaşlı-deneyimli yönetici yerini savaşçı-güçlü yöneticiye bırakırken daha aristokrat olan rahipliği üstlendi. Fizik  güce dayanan yönetim, yönetime gelmesi için gerekli güce sahip bulunmasına karşın, sürdürmesi için gerekli bilgiye sahip değildi ve bunu yaşlı-deneyimli rahiplere danışarak edinebiliyordu. Koşullar eğitimi ve eğitim kurumlarının oluşmasını ve yazının bulunmasını gerektiriyordu, öyle de oldu. Yazı ile bilgi aktarımının olanaklı oluşu, gün geçtikçe daha çok insanın eğitilmesinin getirdiği sonuç ise yaşlı olduğu için deneyimli ve bu nedenle bilgili, üstün olarak kabul edilenin reddini getirdi. Tabi bunun oluşması çok uzun zaman aldı, ama kökleri bu andaydı. O gün için tartışılmaz doğruluk, iyilik simgeleri olan yaşlı rahiplerin yerleri sarsılmış oldu, ancak topluluk içinde artık aristokrat grubu oluşmuştu, güçlü-savaşçı-yöneticiler, yaşlı-deneyimli-rahipler ve bunların eğitimlerinden geçenler ile tümüyle kast dışı kalan sıradan çalışanlar...

                Üretime katılmayan, güçlü erkin gereksinimlerinin karşılanması, süreklilik arz eden dış ve iç yönetsel kavgaların oluşturduğu ortam, bu kesimin hem üretimden uzaklaşmasını gerektiriyordu, hem de üretimden pay almasını... O halde bu hazır yiyicilerin çalışanlarına ihtiyaçları vardı ve bunu kimse kendi rızasıyla yapmayacağına göre, ki o zamanlar bu günkünden daha eşitler topluluğuydu, çalışanların ürettiklerine zor yoluyla el konulmalıydı, işte bunun adına bugün kölelik diyoruz. Ekonomik sistem ise   değiş-tokuşa geçiyordu, bir kısım diğerlerinden daha yetenekli olanlar, bulundukları yerin de avantajını kullanarak daha dayanıklı, daha işli, daha kullanışlı mallar üretiyorlardı. Hazır yapılmışı kullanmak, onu yeniden yapmaktan üstün olduğunda ise bu yapılanlar pazarlarda istem uyandıran mallar oldular. Bu malları yapanlar doğrudan tarım, hayvan üreticiliğinden daha fazlasını elde edebileceklerini görünce, tümüyle üretimden koptular ve meta üretimine başladılar. Alıcılar yönünden de üstün durum yaratılmış oldu, onlar da hazır aldıklarını eğer kendileri üretmeye çalışsalardı, zaman ve emek gücü olarak harcanan zaman daha fazla olacaktı. Koşullar köleliğin içinden yeni bir kast sisteminin doğuşunu gösteriyordu. Tüm bunlar yönetim olarak en güçlünün olduğu koşulları gerektiriyordu, en güçlünün yönetiminde, herkes belli oranda eşit koşullarda bulunduğundan kargaşa olmuyor, adaleti güçlünün yasaları yönlendirdiğinden, savaşlar dışında her anlaşmazlıkta onun dediği gerçekleştirilmek zorunda kalıyordu. Savaşlar ve kargaşa dönemleri güçlünün kimliğinin değiştiği ya da yerini koruduğu zamanlar olarak, tarih sahnesine çıkmaktaydı. Güçlü olanın haklılığına yönelik felsefelerde kendini belli etmekte gecikmediler, doğuştan gelen yetenek ve becerilerin en başından insanı diğerlerinden farklı kıldığı, fizik güç üstünlüğünün iyi, doğru, haklı ve güzel olanı göstermesi gerekliliğine uygun dünya görüşleri ortalığı kaplamayı başardılar. Zaten tüm bunları kabul etmeyenlerin o topluluk içinde yeri bulunmuyordu, ya yok edildiler ya da bastırıldılar. Güçsüzler kendi aralarında eşit, özgür olabilirlerdi ancak en eşit ve en özgür olan en güçlü olandı. Dinsel yönden ise soyut tanrıları kızdırmamak gerekirdi, insanlığın ölümsüzlük istemini sağlayan düşünce sisteminin desteklenmesi, onun gücünün dünyasal kişisi olarak rahipler aracılığı ile güçlü olanın egemenliğini artırması, desteklenmesi karşılıklı uyum içinde gerçekleştirildi. İnsanlar artık x yerine yerleşenler olmaktan çıkmış, y yeri beyinin tebası oldular. Bunun anlamı y beyinin soyut olarak ölümsüzlüğü demekti, tarihler beylerin kavgalarından oluşmak zorunda bırakıldılar. Beyin konumu karşı konulmaz biçimde alaşağı edilmesini gerektirmekteydi, çünkü insanın dünyada ölümsüzlüğü elde etmesi için tek yoldu. Üstelik bey tek başına olduğu sürece ikili, üçlü gruplara karşı yetersiz kalıyordu, her an bulunduğu makamı terk zorunda bırakılabilirdi, konumunu koruyabilmek için kendine, yine kendine benzer güçlülerden oluşan korucular tutması, üstelik bunları beslemesi gerekiyordu. Bunun anlamı toplumdan kendi için aldığı haracı artırması, korucularına da vermesi demektir. O güne kadar yalnız bireysel gereksinimleri için çalışan diğer insanlar için ise yeni üretim yollarının bulunması, daha çok üretim yapılması ya da aç kalınması demektir. Yeni üretim araçlarının sağlanması kişisel isteklerin ötesinde içinde bulunulan toplumsal dinamiklere bağlı olduğundan var olan üretimin artırılması yolu olarak beye kalan ya tebasının daha az ile yetinmesini sağlayacak baskı mekanizması yerleştirmeye çalışacak ya da yeni toprakları kendi yönetimine katarak üretimine el koyduğu insan sayısını artırmanın yollarını arayacaktı. Bu üç durumun etkisi sonucunda beslemesi gereken kendine bağlı insan sayısının arttırılması yani üretmeden yiyen kitlesinin artmasını gerektiriyordu. Tüm bunların etkisi ile giderek büyüyen beyin egemenlik alanı, büyük bir zorluğu da taşımaktaydı, o da aşırı büyümenin getirdiği iletişimsizlik, kontrol dışılık ve merkezi otoritenin devre dışı kalmayı içermesi olmuştur.

                Nesnel koşulları sınırlı olan beyin fazla seçeneği yoktu. Bir kısım adamlarını dışarıya el koymaya göndermeli, bir kısmını da içinde kendi bulunduğu topluluğu düzenlemekte kullanmalıydı. Bu konumu bazı yerlerde kendi bulunduğu topluluğu tümüyle yönetime dahil etme şeklinde görüyoruz, böylece toplam gelir de bağlı bulunduğu topluluk içinde pay edilmeye başlanmış oluyordu. Bu durum toplulukta genel yönetime katılan soylular, talanı sağlayan savaşçılar, genel dünyasal düşünceler oluşturan ve öğreten rahipler ve yalnızca çalışan köylülerden oluşmaktaydı. Doğaldı ki en tepede bey bulunmaktaydı. Bu örgütlenme şekli ile en güçlülerden oluşan savaşçıları yönetimden uzaklaştırıp, talana gönderdiğinden kendi içinde de belli bir tutarlılık ve kalıcılık sağlanmış oldu. Talanlardan ele geçirilenlerin birikimi, savaşçıların değişik yerleri görmeleri ve değişik kültürlerle etkileşimleri sonucunda bu şekilde örgütlenmiş toplumda yoğun bilgi ve üretim birikimi sağlandı. Ancak daha bu insanlar ele geçirdikleri birikimlerini ne yapacaklarını bilmiyorlardı, ne şekilde yeniden üretebileceklerinin farkında değillerdi.

                Örgütlenmesini bu yapıya bağlayan toplulukların bunalım zamanları ise ordunun talandan döndüğü anlarda olmaktaydı. Gittikleri yerlerde her yeri talan etmeye alışmış olan bu savaşçılar, döndüklerinde kendi toplumları için de tehdit oluşturmaktaydılar. Yönetimdekileri kaba güç ile istedikleri gibi değiştirebilirlerdi. Burada önemli nokta bu iktidar değişimlerinin topluluğun kendi içinde olması, köylü ya da kölelerin bu aşamada etkinliğinin olmamasıdır. Bunun için başlarda gerçekleştirilen çare ordunun sürekli sefer durumunda tutulması olmuştur. Bir diğer çare ise savaşmaya gidemeyenlerin ki bunlar savaşa gidenlerin yakınları kardeş, akraba, baba vb. yönetime eşit oranda katılabileceği meclisle oluşturmaktı. Böylece ortaya soylular demokrasisi denilen düzen çıkmış oluyordu. Buna Platon’un “Devlet” isimli yapıtından çok ayrıntılı biçimde görmekteyiz.

                Toplumun bu iç bölünmelerinin ardından rahiplerin topluluk üzerindeki etkinliğinin giderek azaldığı, yönetimden giderek uzaklaştıkları açıkça görülüyordu. Bunun getirisi ise rahiplerin giderek daha çok insanların arasına karışmasına ve insanlardan uzak soyut tanrılar yerine onlara somut, görünür tanrılar sunmaları gereği doğdu. Doğal olarak tüm topluluğun anlayabileceği kadar da basit olmalıydılar. Ancak yine iletişimi rahipler sağlamalıydılar. Ve bu tanrılar eskileri gibi yalnızca doğa olaylarını değil, giderek tek tek her insana karışabilen, onların sorunları ile ilgilenebilen tanrılar olmalıydı. İşte dinin bu dönüşümü tekli somut tanrılar dönemi ile kesişmektedir. Aslında bugün baktığımızda dönemin temel özelliği olan bu tanrıları (putları) birden çok olarak görmekteyiz, ama bunu çoklu somut tanrı olgusu olarak değil de tekli olarak adlandırmamın temel nedeni, her rahibin kendince somut tanrı inşa etmesine bağlamaktayız. Doğaldır ki eski dinsel inanışın izleri bu yeni tanrılara da belli oranlarda yansıyacaktı. Değişik putlar arasında alt, üst tanrılık çıkacak, topluluk içinde sanki birden fazla tanrı varmış gibi izlenebilecektir, ancak bu durum yalnızca bir kavram kargaşasıdır. Artık insanlar tanrılarını gözleri ile görebilir, elleri ile tutabilir oldular, ama doğrudan iletişime geçemiyorlardı ya da onlar söylüyor da tanrı dinlemiyordu. İşte bu aşamada rahiplere büyük rol düşüyordu, onlar her türlü iletişimi sağlayan kişiler olarak insan, tanrı arasında aracılığı üstlendiler. Bu durum onları hem bir takım kehanetlerde bulunma zorunluluğundan kurtardı hem de üzerlerinden büyük bir sorumluluğu aldı. Topluma karşı yalancı duruma düşmekten kurtardı. Rahipler yalnızca aracı idiler, isteklerin yerine getirilmesinden ya da kişinin başına türlü ibadeti yapmasına rağmen çeşitli belalar gelmesinden sorumlu tutulamazlardı. Tüm bunları sağlayabilmeleri için ise, yani aracı olduklarını kanıtlayabilmelerini sağlayabilecek ve sıradan insanda olmayan bir takım yeteneklerinin olması gerekiyordu. Bunun için seçilen o ana kadar gizlilik taşıyan sağlık alanı seçildi, inanılan tanrının gücünün kanıtı olarak rahibin uyguladığı büyü, dua, ayin ve bir takım ot vb. şeyler uygulanarak hastalara şifa dağıtma yolu seçildi. Zaten insanların da aradıkları, istedikleri de buydu. Hastalandıklarında kendilerine bakacak, ölüp, ölmeyeceklerini söyleyecek ya da bir şeyler yaparak kendilerini kaçınılmaz sondan kurtaracak bir şeyler arıyorlardı. Bu ana kadar sağlık alanında bilinebilen tek şey yaraların yalanması olmuştu ve bu da ancak refleks olarak uygulanmaktaydı. Tüm canlılar acıyan yerlerini yalamaktaydılar. İşte bunu kendilerine iş edinen rahipler bir takım ayinlerle insanlara bir şeyler yapıyorlar ve tek bir kişi bile kurtulsa bunu kendilerine mal ediyorlardı. Aslında tüm insanlar ölümlü olduğundan işleri pek de zor değildi. Ancak burada insanların düşünsel yapılarında büyük bir değişim gerçekleşmek üzere olduğunu belirtmek zorundayız, o ana kadar mutlak ölümün hakimiyetini kesin olarak üzerinde hisseden insanın, yaşam süresinde acaba bir uzama olur mu diye düşünmeye başlamasıdır ki bu da yaşama dönük düşüncenin gelişmesini sağlayacaktır. Ölümün mutlak karanlığından, yaşamın aydınlığına neden olan bu geçişle birlikte rahiplerin de sürekli olarak ve giderek artan biçimde hastalıkları görmeleri, gelişimlerini izlemeleri hastalıkların seyri ve müdahale zamanlaması açısından çok önemli bilgilerin kaynağını oluşturmaya başlıyordu. İşte bu işlemler ile kendini kanıtlayan rahibin toplum içindeki görünümü de değişmeye başlıyordu. Yönetim kademelerinde söz sahibi olabiliyordu.

                Köylüler arasında ise değiş-tokuş hızlanmış, bireysel becerilerle gerçekleştirilen bazı kullanım malzemeleri artık kişinin canı sıkıldığında ya da gereksinimi olduğunda yapılan olmaktan çıkmış, sürekli üretim gerektiren bir duruma gelmişti. Üstelik yılda bir ürün alınan toprakla uğraşmaktan daha kolay, daha verimli, daha az emek isteyen alan olarak oldukça çekici alanları oluşturuyordu. Hatta öyle oluyordu ki elinde gereksiniminden çok daha fazlası birikebiliyordu. Ayrıca topluluk içinde ayrı bir yer ediniyordu. Efendisinden, savaşçısına, rahibine kadar herkes kapısına geliyor, ona bir şeyler yaptırıyorlardı. Sıradan köylü, köle olmaktan çıkan bu kişiler yaptıkları işin ustası olarak anılmaya başladılar. Toprağı işlemekten uzaklaşan bu kişilerin giderek toprak üzerindeki hakimiyetleri de yitmeye başladı. Topraktan giderek uzaklaşılması ise yapılan işe karşı daha büyüyen bağımlılık gelişmesine neden olmaya başladı. Bu durum sürekli olarak edindiği bu yeni uğraşının gerçekleştirebileceği ortamlarda bulunmasını zorunlu kılıyordu ve bu yerlerde beylerin konaklarının bulunduğu merkezi olan yerler olarak bulunuyordu. Giderek buralarda artan birikim oluştu, çevrelerinde yeni yerleşim bölgeleri oluşturuldu. Bu yeteneklilerin yoğunlaştığı yerlerin her bakımdan çekiciliği bulunmaktaydı. Öncelikle aranılan en kaliteli mallar buralardaydı, ikincisi benzer mallar arasında daha ucuzu ve daha çok işe uygun olanları bulunabiliyordu. Bir diğeri her türlü malı olanın toplanabildiği ve özgür değiş, tokuşun yapılabildiği yerleri oluşturuyordu. Tüm bunların getirdiği sonuç ise yoğun bir birikimin oluşması demekti. Ancak tek sorun vardı, o da birikimlerin daha kolay taşınabilir ve her yerde kullanılabilir karşılığının oluşturulması gerekiyordu. İşte bu değişim değeri denen şeyin oluşturulmasını sağladı ve karşılık olarak başlarda sıradan madenler, sonraları ise altın kullanılmaya başlandı. Başlangıçta altın süs eşyası ve dayanıklı malzeme olarak kullanılan sıradan kullanım mallarından farklı değilken, değişim değeri kazandığında üreticinin elinde toplanan ve her zaman kullanabileceği bir değer kazandı. Soylular başlangıçta olanların farkında değillerdi ve altının kendileri dışında biriktiğini geç olarak gözlediler.

                Soylular ve beyler topluluktaki bu değişimleri ilk izlediklerinde üzerinde durmadılar, çünkü onların geçimini sağlayan sahibi oldukları topraklar üzerindekine el koyarak ve ordunun talanından paylarına düşen ile sağlıyorlardı. Soylular egemenliğinin orduyla da başları dertteydi. Savaşacak yeni insanları ve savaşacak yeni yerleri buldukları sürece sorun kalmıyordu, ordu gidiyor savaşıyor, ele geçirdiği yerlerin üretimine el koyarak geri dönüyordu ve bu soylular arasında pay ediliyordu. Ancak savaşlarla ele geçirilen bölge insanlarını kendilerine sürekli düşman edinmiş oluyorlardı ve bu bölgelere karşı her seferinde daha büyük, güçlü ordular göndermek gerekiyordu, açıktır ki bu da ordunun giderek kazanç sağlama yolu olmaktan çıkıp, masraf kapısı olması demekti. Ayrıca içinde yaşanılan topluluğun üretiminin sınırlı olduğu düşünülürse daha büyük ordular oluşturmanın olanaksızlığı ve talan edilen yerlerden elde edilecek kazanç da düşünüldüğünde gereksizliği ortaya çıkmaya başlıyordu.

                Diğer bir yol ise gidilen yerlerden dönülmeyip, onları egemenlik alanı içine dahil etmekti, bunun için ise merkezi idareden (bey) bağımsız ya da yarı bağımlı ayrı yönetim birimlerinin oluşturulması, sürekli talan için gidiş, gelişlerin yerine sürekli ordu ve yöneticiler bulundurularak sürekli talanın örgütlenmesi demektir. Ancak talanın adı ve şekli yumuşatılarak, idari vergi adını aldı, ayrıca yerli halkın da sürekli tehdit unsuru olmasının önüne geçilmesi, içlerinden taraftar bulunması gerekmekteydi, tüm bunlar merkezden ayrı yeni örgütlenmeleri yeni ordu, yeni soylular ( tabii ki ikinci sınıf), yeni rahipler grubunun örgütlenmesini gerektiriyordu. Yeni soylular grubunun her zaman merkezden gelmeleri de gerekmiyordu, merkezin üstünlüğünü tanıması yeterliydi. Ancak merkezin üstünlüğüne dayanan bu örgütlenme modelinin oldukça hantal olduğu da açıktır. Dinazorların sinir sistemine benzeyen bu türdeki örgütlenmelerde merkezdeki olaylardan sömürgelerin ve sömürgelerdeki olaylardan merkezin aylar sonra haberleri olabiliyordu. Bu durum sömürgelerin sık sık bağımsız hareket etmelerine, sömürge ile merkezin savaşlarına kadar varan anlaşmazlıklara neden oluyordu. Tüm bu nedenlerle merkezin giderek güçlenmesi zorunluluğunu getiriyor, güçlenmede ordunun güçlenmesi, komutanların sık sık yönetimlere karışması şekline dönüşüyor, soylular demokrasisi sık sık diktatoryalara dönüşmek zorunda kalıyordu. Bu koşullar merkezlerin artan biçimde iç huzursuzluklara düştükleri ve genel halk üzerinde ise belirli bir idari boşluğu doğuruyordu.

                Genelde insanlar üzerindeki denetimsizlik ve sömürgelerin yeniden inşası süreçleri, bey konakları çevresine yerleşerek, oraların kent adını almasını sağlayan ustaların önemini daha arttırmaktaydı.Bu kişiler ellerindeki birikimleri ile de çevrelerinde kendilerine benzer kişilerden oluşan grupçuklar oluşturmaya başlamışlar, merkezi otoriteden bağımsız hareket etme yeteneğini elde etmeye başlamışlardı. Önceleri soylulara vergi olarak verilenlere, soylular tarafından bağımlılık gelişmeye başladı ve bunların içinden en zengin olanları giderek daha çok yönetici soylular ile iletişime geçmeye başladılar. Bu kişiler başlarda istemeden yardım ederken sonraları her istenen altın vb. birikim için belirli karşılık almaya başladılar. Ortalıktaki bu hızlı dönüşüm karşısında altın yerine dönüşüm değeri olarak ve altın karşılığı olarak idarenin düzenlediği para denilen karşılıklar ortaya çıkartıldı. Hatta başlangıçta altın para olarak kullanılıyordu ancak giderek daha kolay kullanılabilen maddelere dönüştürüldü.

                Parası olanın idareci soylularla olan arasının iyiliği ona iki yönden yararlı oluyordu, ilki yönetimde belli söz hakkı tanıyordu, ikincisi yeni imtiyazlar edinerek mal varlığını genişletmesine yol açıyordu. Topluluk içinde yeni bir sınıf oluşurken, egemenlik, toplumun liderliği de böylece el değiştirmeye başlıyordu ve yeni bir tür örgütlenme gereği doğuyordu. İdari yönden devlet gereksinimi doğuyordu ve bu devletin içinde güçler ayırımı gündeme geliyordu. Artık idareci olan soylular yerlerinde kalsalar bile gündelik karar alımları sırasında bu yeni ortaya çıkan parası olanların, tüccarların denetimine bağlı bulunuyorlardı. Bunun karşılığında da tüccarlar da devletin bazı masraflarını üstleniyorlar, orduyu destekliyor, geliştiriyorlardı. Yönetimler için eleman yetiştirilmesini sağlayacak okulların, ordu için en iyi askerlerin yetiştirilmesini sağlayacak maddi olanakları sağlıyorlardı. Bunun anlamı ise kendilerinin doğrudan yönetimde bulunmalarına karşın gerçek anlamda yönetim erkinin ele geçirilmesidir. Zaten yönetici olmak bunların gerçek uğraşısı olan alım-satımı yapmalarına da engel olduğundan, aslında doğrudan yönetici olmak da istemiyorlardı, yöneticileri atamak yeterliydi, çünkü yönetim artık sıradan bir bürokratik işleme dönüşmüş bulunuyordu. Bunun anlamı ise herkesin belli yetişmişlik koşulu ile yapabileceği sıradan bir işlem olmuştu.

                Böylece soylular demokrasisinden, paralılar demokrasisine geçiş sağlanmış oluyordu. Parası ile kendine en iyi rahipleri tutuyor, günahlarını affettiriyor, kendi adına savaşacak askerleri tutuyor, kendi adına yönetecek kişileri seçiyordu, artık kendi adına üretecek kişileri tutabiliyordu. Böylece sıradan insanların doğrudan kendilerinin yapmaları gereken işlerden elini eteğini çekerek, ölüm şansını en aza indirmiş oluyordu, somut anlamda ölümsüzlüğe atılan adımdır bu, ne yazık ki sağlık alanındaki gelişmeler daha bu düzeye yaklaşamamıştı. Sağlık alanı büyücülük dönemini yaşamaktaydı, bu alan halen daha rahiplerin kontrolü altında bulunuyordu. Büyüler ayinler, efsunlar vb. ile hastalar iyileştirilmeye çalışılıyordu. Bununla birlikte bir çok ağrı kesici ot bulunmuştu, bunlar alındığında kişiler kendilerini daha iyi hissedebiliyorlardı. İyileştirici otlar bulunmaya çalışılıyordu, bunu için gerekli harcamaları karşılayabilecek kadar zenginlerin koruması altında değişik uygulamalar ve değişik otlar, büyülerle değişik ve bazı tesbit edilmiş hastalıkların tedavisi için yöntemler geliştirilmeye çalışılıyordu. Ancak bu çalışmalarda neyin sonuç vereceğini bilen yoktu. Tüm bunlar sağlık alanında büyücülükten izlenimci çağa geçişin başlangıcını oluşturdu. İnsanlarda belli hastalık kavramının oluşmasını, tanımlanmasını, çeşit çeşit hastalıkların farklı şekillerde oluştuğunun ve farklı gelişme izlediklerinin, tedavileri için de farklı uygulamalar olması gerektiğinin anlaşılmasına yol açacaktı tüm bu gelişmeler.

                Tüm bunlarla eş zamanlı olarak yaşanan diğer bir değişim alanı dinsel alanda gerçekleşti. Tekli somut tanrıların insanlığın gelişmesi yanında giderek etkinliğini yitirmesi kaçınılmazdı. Putların insana arzuladığı ölümsüzlüğü sunabilmesi insanlığın, içinde bulunduğu gelişme aşamasında olanaksızlığı ortada idi. Artık savaşları kazandıran tanrılar değildi, geçimini sağlayan da değildiler, yaşamın bağlı olduğu kurallarla da ilgili olmadığına göre kendilerinden beklenen yaşamın sürdürülmesi anlamındaki ölümsüzlüğü sağlamalarının da olanaksızlığı ortaya çıkmış oluyordu. İnsanların yeni tanrıya gereksinimleri vardı. Onunda dünya işlerine karışmayan ancak ölümsüzlüğü vaad eden tanrı olması gerekiyordu. Ölümsüzlüğün de günün koşulları içinde somut olarak gerçekleşmesi olanaksız olduğuna göre, yeni tanrının öncelikle soyut olması gerekiyordu. Öyle her şeyi bilebilmek için de binlerce olmasına da gerek yoktu, zaten soyut bir tanrı kavramının her şeyi kapsaması kaçınılmazdır, dolayısıyla tekli soyut tanrı düşüncesi ortaya çıktı. Ancak bununla birlikte tanrılar dünyamızı bir daha gelmemek üzere terk etmiş oluyorlardı. Bu soyut tanrı dünyayı oluşturmuş, belli bir süre insanların yaşamasına olanak sağlamış ve dünyadaki durumuna uygun olarak da kendi soyut konumuna uygun düşecek biçimde öldükten sonraki yaşamı sağlayabilecek, belli oranda ölümsüzlük düşünü destekleyebilecek cennet, cehennem kavramlarının ortaya çıkmasını sağlamış oldular. Artık tanrı insanların düşüncelerinde var olabilirdi, gerçekliği kalmamıştı. Ancak insanla, gerçek dünya ile iletişim kurmaları da gerekiyordu, bunu da insanların arasından atadıkları peygamberler, ermişler vb. gibi vekillerle hallettiler. Dinin devamını sağlayan bu kişilerden sonra da değişik niteliklerdeki din adamları bu işi devraldılar ve sürdürmeye çalıştılar. Ancak tüm bu gelişmeler rahipler kastının hiç düzelmeyecek şekilde yok oluşunun da başlangıcının işareti oldu. Dünya işlerine karışmayan tanrının artık aracılarına da gereksinim yoktu, tanrı ile kul arasına kimse giremeyeceğine göre din adamlarına da gerek kalmamış oluyordu. Üstelik iyi ya da kötü olsun ödül ve ceza şeklinde düzenlenmiş cennet, cehennem kavramlarında her insana ölümsüzlük zaten verilmiş oluyordu. Yalnızca cehennemden kurtulabilmek için bazı uygulamaların düzenlenmesi gerekiyordu, din adamına düşen de işte bunları söylemek oluyordu ki o da çok zor olan şeyler değildi. Üstelik bunları bilebilmek için özel bir eğitim,bilgi, üstün yetenek de gerekmiyordu. Dolayısıyla rahiplerin işine son verilmiş oluyordu. Tanrı da dünyada ikamet etmeyi bırakarak, insanın soyut dünyasına çekilince, insan dünyada tek başına kalıverdi. İnsanın ilk başlangıçta duymuş olduğu korkunç yalnızlık tekrar gündeme ister istemez gelmiş oldu. Üstelik somut anlamıyla ölümsüzlük de tanrı ile birlikte gidince, ortada yalnız bir süre yaşayabilen ölümlü insan kalmış oldu. Tam olarak ne olduğunu kestiremediği herkesin kendine göre tanımladığı öteki dünya düşüncesinin de çok çekici tarafı olmadığı ortada olduğuna göre, insana insandan başka yardım edecek varlık, oluşumun olmaması insanın kendine yönelik çalışmasını hızlandırdı.

                Gerçek anlamıyla yok olan tanrının yerini para aldı. Para ile tüm tanrısal olan işlemler gerçekleştirilmeye başlandı. Büyük bir sermaye birikimi dönemi yaşanmaya başlandı. Binlerce, milyonlarca kişi farkında olarak ya da olmayarak bir kaç kişinin elinde birikimin oluşması için çalışıyordu. Bu ise köylülük ve esnaflıktan farklı yeni bir çalışan sınıfın oluşmasını sağladı, işçi-emekçi sınıfı ortaya çıktı. Bu durum ayrıca yeni bir sosyal gelişmenin aşamasını gösteriyordu. Ekonomi alanında kapitalizm gerçekleşirken, bilimsel anlamda sanayi devrimi denen oluşum gerçekleşti. Durduğu yerde eriyen, çalınan, yok olan birikim önce yeni üretim alanları olan fabrikalara aktı, bu el emeğini ortadan kaldırırken birikimin büyüyerek artmasına neden oldu. İnsanları yönlendirebilme, kendi istediği yöne çekebilme anlamıyla erk fiziki güçten, ekonomik yönden güçlü olmaya dönüştü. Sosyal alanda bunun karşılığı olarak burjuva (kentli) kullanılmaya başlandı ve bu köylülüğün sonunu hazırladı. Toprak sahibi olan köylüler bile topraklarını verimli işletemez duruma düştüler, daha rahat olan kent yaşantısını tercih eder oldular. Toprak da artık ölümsüzlüğün dünyasal karşılığı olmaktan çıktı, artık tanrı bu dünyada değildi ve ölümsüzlük bu dünyada olamazdı. Dolayısıyla pis toprakla uğraşmak gereksizleşmişti. Para dünyada tanrının bıraktığı boşluğu doldurmaya başladı. Giderek tek hedef halini aldı.

                Bu yoğun trafik içinde para kazanmanın yolları üzerine çeşitli gözlemler ve uygulamalar sonucunda çalışılarak para kazanılamayacağı ortaya çıktı. Buradaki ilkeleri belirlemek üzere ekonomi biliminin oluşturduğu ilkeler doğrultusunda başkalarının çalıştığına el konularak para kazanılabileceği, birikim sağlanabileceği ortaya çıktı. Bunun yolları araştırılmaya başlandı. Öncelikle üretici ile tüketici arasındaki bağlantının sağlanması gerekiyordu. Başlangıçta her üretici kendi malını kendi pazarlarken, giderek daha çok üretmesi için bunu devretmesinin daha gerçekçi olduğunu gördü, bunu aracılar üstlendi, olay tüketicinin de yararına gelişti, doğrudan tek tip üretim yapan birinden almaktansa daha çok çeşitli mallar arasından seçim yapabilme ve pazarlık edebilme gücüne kavuştu. Tüm bu gelişmeler ışığında para kazanmanın çalışma ile ilgisi olmadığı daha açık biçimde ortaya çıkmış oldu. Artık tüm dünya ekonomik ilkeler doğrultusunda hareket etmeye başlamıştı. İnsanların temel düşüncesi ne yaparsam daha çok kazanırıma dönüştü. Üretimin artışına yol açan bu gelişmeler, giderek tüketimin de artmasına yol açıyordu, insan artık daha rahat yaşama yollarını, koşullarını hazırlamayı amaçlıyordu. Karnını doyurmak için çalışan insanın yerini, istediğini arzuladığını yemek isteyen insan aldı. İnsanlık için açlık tehlikesi ortadan kalkmış oldu, ancak kaynakların dengesiz dağılımı söz konusu idi. Tüm insanlar aynı gelişme düzeyinde değillerdi ve aynı çalışma düzenine girmiyorlardı. Bu da üretim yapılan alanların belli bölgelerde toplanmasına neden oldu. Ekonomik alanda gerçekleştirilen birikimlerin bilinçli olarak aktarılacağı alanlar giderek sınırlanmaya, teknolojik, bilimsel gelişmelere bağımlı olmaya başladı. Bu yeni bir dönüşümün belirtilerini taşıyordu. Daha ileride göreceğimiz gibi paranın bilginin yönetimi altına girmesiyle sonuçlandı tüm bu gelişmeler.

                Yönetsel bakımdan büyük kargaşalara yol açan bu gelişmeler fizik gücün yetersizliği, değersizliği ile doruğuna ulaştı. Parası olanın egemenliğine dayanan bu sistemde, parası olmayanların ya da kazanma yolu bulamayanlar ile kazananlar arasında büyük çelişkiler, iktidar kavgaları çıkmaya başladı. Ancak bu kavgalar parası olanların üstünlüğünü giderek tartışılmaz biçimde kendini kabul ettirmeye başladı. Çünkü parasızlar için para kazanma yolu demek, parası olanın idaresi altına girmek, ondan para almak demekti. Tüm kargaşa yeni biçimde devletin örgütlenmesi ile paranın egemenliğini düzenleyecek şekilde son buldu. Para kazanmak için uygulanan başlangıçtaki doğrudan üretime el koyma, hırsızlık ya da talan dönemi sona erdirildi. Artık başkasının elindekine el koymak için farklı yöntemler geliştirilmesi gerekiyordu. Bu gelişmeler doğrudan talan için yapılan savaşların da sona ermesi demekti, bu ise ordunun yönetimden uzaklaşmasını sağladı. Artık ordu gelir getiren, toplumun kalkınmasında yarayan yapılar olmaktan çıkıp, doğrudan kazanan insanların üzerine yük olmaya başladı. Üstelik savaşların şekli de gelişen dünya ile daha bilimsel yapılara dönüştü. Artık öyle çok kişiye gerek kalmamıştı. Savaşlardaki fizik gücün yerini, bilgi gücü almıştı.

                Toplumun paralılar, parasızlar şeklindeki başlarda kesin sınırlar ile bölünmesinin yarattığı huzursuzluğa değinmiştik, burada ana neden paralıların yalnız para güçlerine dayanarak tüm yönetim erkini kontrolleri altında tutmak istemelerinden kaynaklanıyordu. Öte yandan parasızlar denen sıradan çalışan kesimler ise büyük çoğunluğu oluşturarak yönetimden söz hakkı istiyorlardı. Her iki kesim de kendilerine göre daha iyi dünya düşüncelerini ileri sürüyorlar, pratik çözümlemeler öneriyorlardı. Tanrının terk etmesiyle boşalan dünya üzerinde, yaşarken gerçekleştirilecek cennet düşüncesi pek çok kişiye çekici gelmişti. Böylece de insanlar arasında özdekçi gelecekçilik dediğimiz düşünce şekli hakim olurken, uygulama alanında da ekonomizm belirginleşti. Her şeyin ekonomik karşılığının bulunmasına çalışıldı. Tüm bunlar elbetteki bir, iki gün içinde değil daha karmaşık ve uzun dönemlerde gerçekleşti. Sonunda insanlar arası ilişkileri düzenlemek üzere yapay olarak devlet örgütlenmesinde uzlaşıldı, sosyal devlet kavramı ortaya atıldı. Devletçiliğin yapılanması konusunda da başlarda ortada büyük belirsizlikler vardı. Paranın egemenliğini gören bir takım insanlar, bunun kişilerden bağımsız olan devletin yapması görüşünü ortaya attılar, aslında bu yönetim de devlette olduğundan ortaçağlardaki beyin konağındaki örgütlenmenin yeni devlete uygulanmış şekliydi. Ancak burada merkezi idare insan şeklinden ayrılmış, soyut devlet şekline dönüşmüştü ve aşırı devletçiliğin geldiği bu aşama ilkel beyden daha acımasız ve gelişmeye kapalı şekle büründü, kılıf da hazırdı, herkesin iyiliği idi amaç o halde yapılanlar doğru olmalıydı. Ancak sonuçlarının hiç de iyi olmadığı, gelişmeye, yeniliğe kapalılığı geç de olsa görülerek devletin dizginlenmesi gereği ortaya çıkmış oldu. Bütün olanlar devletin örgütlenmesinin karmaşıklaşmasına giderek de başlı başına bir mekanizma olmasına yol açtı. Öyleki günümüzdeki insanlar devletsiz yaşamı dahi düşünemez oldular. Bir yerde devlet eski somut tanrıların dünyayı düzenleyici rolünü üstlenmiş oldu. Tabii ki ana kontrol paranın egemenliği altında bulunuyordu.

                Devlet yapısının sınırlılığı, kontrol edeceği insanların belirlenmesine dayandığından uluslaşma denilen kavram ortaya çıktı. Devletin kontrol edebildiği yerlerde oturanlar ve o devletin kontrolünü kabul edenler aynı ulustan kişiler olarak, ortak çıkar grubu olarak ve ortak yasaları kabul eden kişiler olarak onayladılar. Zaten bunların arasında uzun süredir bir arada bulunmanın getirdiği dil, din, ırk vb. birliktelikler sağlanmıştı. Bu ortak çıkar birliğinin adı ulus olarak tescil edildi, ulusu devlet yönetecekti ve devletin egemenliğini ise para, ekonomik çıkar birliği sağlayacaktı. Bu yapılanma adaleti, eşitliği, özgürlüğü, etiği, yönetimi hiç olmadığı kadar kurumsallaştırdı ve bu alanlarda, binlerce kişiyi istihdam etti. Bu ise hiç üretilmeden üretimden pay alınması demekti. Başlangıçta doğrudan kendilerinin üretmesi gereken bu kişiler artık net üretim yapmadan üretileni paylaşmaya başladılar ve üreticinin de kendilerine bağımlı hale gelmesini sağladılar. Zaten giderek doğrudan üretim alanında çalışan da kalmamaya başlıyordu. Çünkü artık gerek kalmamaya başlıyordu. Eski ilkel dönemlere göre insanın temel gereksinimi olan yiyecek, içeceği sağlaması için artık uzun süreli, geceli gündüzlü çalışmaya gerek yoktu, tüm bunlar çok kısa süreli çalışma saatlerinde ve daha uzun süreler için sağlanabiliyordu. Bu nedenle uzun süreli çalışmaya gerek kalmamıştı, belli oranda yaşam için gerekli güvenceler de sağlanmıştı (yiyecek, içecek), ama insana yeterli gelmiyordu yaşamında değişiklik yapmak bazı şeyleri değiştirmek, geliştirmek istiyordu. Yaşamın kalitesinde, rahatlığında giderek artan rahatlama, gevşemeye neden oluyor, bu da insana çok boş zaman bırakıyor, boş kalan insan daha yaratıcı olarak, yaşamın kalitesini arttıracak daha çok ve yeni şeyler üretiyordu. Ayrıca yaşamın kalitesindeki bu artış kantite artışına da neden olduğu ya da en azından olması için gerekli olan şeylerin tesbitinin sağlanması için gerekli çalışmaların hızlanmasına neden oluyor, insanlar yaşamın daha rahat olduğu yerlerde, daha uygun koşullarda yaşamak için göç etmeye başladılar. Bu ise devlet erkinin zayıflamasına yol açıyordu. Öyleki çok basit yöntemlerle tek tek bireyler tarafından devlet kontrol edilmeye başlanıyordu, mekanizma giderek zayıflıyordu. Boş zamanı artan insan daha çok bilgi ediniyor, edinilen bilgi çok kazanmayı sağlıyordu. Bilginin yoğunlaşması her türlü üretimin daha zahmetsiz, kolay yapılması için gerekli yolları ortaya çıkarıyor, bu ise insanı bilginin egemenliğine sokuyordu.

                Teknolojinin geliştirilmesi ile bilimsel alan yeni bir aşamaya atlıyor, yaşamda kullanılabilir olan bilginin derlenmesi, somut bilginin bulunmasının yolları, doğru-yanlış hakkındaki önyargılardan uzakta şimdiye kadar bilindiği kabul edilenlerin tekrar tekrar soruşturulması yapılıyordu. Var olan-olmayan, olabilecek olanla olmayan değerlendirilerek istekler doğrultusunda gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Bunun için gerçek anlamda bilinen ile bilinebilir olan araştırılıyor, önceleri düş olarak tasarımlananlar gerçekleştirilmeye başlanıyordu. Bu ise insanın düş dünyasını daha da kamçılıyor, git gide daha olanaksızı düşlemeye, yapmaya başlıyordu. Tüm bu gelişmeler bilginin daha somut, gerçek olmasına yarıyordu. Somut bilgiye sahip olmak, gerçekleştirebilmek ile özdeşleşiyor, bilim uygulamaya kayıyordu.

                Artık para sahibi olan da daha fazla kazanabilmek için bilgiliyi arıyor, onu kullanarak daha fazlasının sahibi olmayı düşlüyordu. İş dünyasının karmaşası arasında ise giderek işine olan hakimiyetini yitirmeye başladığını çok geç fak etmeye başladı. Herhangi bir işletmeyi açmak, işletmek, para kazanmak için ana sermayeye sahip olmak yetmemeye başlamıştı. Bir takım bilimsel olabilecek ölçekler vardı ve bunlara uyulmadığı takdirde açılan iş yerinin batması an meselesi olmaktaydı. İşte tüm bunlar paranın egemenliğini yıkmaya başladı, yerini bilginin egemenliği alıyordu. İnsan hakkında bilgiye sahip olan kişi en gereksiz malı dahi ona satabiliyordu ve bunun için yalnızca bilgi gerekiyordu. İnsanlarda giderek daha çok bilgi sahibi olmayı arzulamaya başlamışlardı, çünkü bilgi sahibi olan hem daha iyi yaşam koşullarını sağlayabiliyor, hem de giderek daha çok yönetimde söz sahibi olabiliyordu. Çünkü devlet de yapısı gereği o kadar karmaşıklaşmıştı ki neyin ne olduğu hakkında herhangi bir bilgi alınamazsa bir şey yapılamamaktaydı. Devletin yönetimi giderek teknokratlaşıyordu. Yine tüm bunların sonucunda tek kişinin tüm bilgiyi edinememesi sonucunda, tek kişinin elinden çıkmaya ve yaygınlaşmaya başladı. Her bir kişi mekanizmanın bir yerini biliyor, bir yerini işletiyor ve o bölgenin sorumlusu oluyordu. Bu ise merkezi otoritenin dağılması, merkezi kontrolün kalkması anlamına geliyordu. İşte tüm bunlar yeni iktidar kavgası dönemini oluşturmaktaydı. Para ile bilginin yönetimi ele geçirme kavgası halen daha sürmekle birlikte, bilginin egemenliği kaçınılmaz olarak görülmektedir.

                Yaşadığımız dönemin erki bilim, egemeni ise bu bilgiye sahip olabilen kişi (yani bilgisini gündelik yaşama uygulayabilen kişi) oluyordu. Diğer egemenlik dönüşüm dönemlerinde olduğu gibi yeni iktidar da sosyal yapıyı, ekonomiyi, yönetimi, erki, adeleti kendi istediği biçimde yönlendiriyordu. Dinsel alanda ise dünyayı terk ederek insanların düşüncelerine geçen tanrı kavramı bilimin gelişmeleri karşısında kendine burada da yer bulamıyordu. Tanrı düşünce bağlantısını de yitirince duygu alanına geçmek zorunda kalıyordu. İnanana ya da inanmayana somut anlamda yararı olmayan bu kavram kişinin tercihine kalmış oluyordu ama onun günlük yaşamına doğrudan etkili olamıyordu. Tanrının taşıyıcısı olan dinler ve din adamları ise artık şirketleşmeye başlamışlar, din işlerini tüme yakın bırakarak, dünya nimetlerinden yararlanmaya çalışıyorlardı.

                Adalet alanında ise yeni egemen olan bilimin öncülüğünde ve onu haklı çıkaracak şekilde hareket etmeye başlıyordu. İlkel dürtülerin hakim olduğu suçlarda ya da bir takım raslantısal kazalarda bir miktar tarafsız davranmaya çalışıyor, ancak karmaşık günlük yaşam ile ilgili suçlarda her zaman yeni efendisi bilimin çıkarını koruyucu kararlar alınıyordu. Örneğin şu ana kadar iş kazalarında, trafik kazalarında, çevre kirliliğinde, tarım zehirlenmelerinde, salgın hastalıklarda suçlu hiç bir zaman bilimin çıkardığı teknolojik uygulamalar nedeniyle olduğu, bunun sonucunda da binlerce insanın zarar gördüğü, bu nedenlerle de bunları üretenlerin cezalandırılması gereği ya da bilimin uygulamalarının sınırlandırılması gereği ortaya çıkmadı. İlkel adalette de böyleydi, adi suçlarda kısasa kısas, efendinin işlediği suçlarda ise her zaman köle (yönetilen) suçlu bulunurdu. Efendinin suçlandığı dönemler ise ona karşı çıkıldığı, yönetimlerin değiştiği dönemler olurdu. Çünkü yargıç, savcı ve savunman erk tarafından oluşturuldu ve kendini suçlamasını beklememek doğaldı. Bugün de benzer durumla karşı karşıya bulunuyoruz. Ama erk tek tek bireylerin elinde olmaktan çıkmış, bilim denen yeni efendinin eline geçmiş bulunmaktadır. Ancak bilim somut uygulamalara dayanan alan olduğundan insansal değer yargılarını içermemektedir. Şu bir gerçektir ki köleleri arasında adaleti daha doğru, hatasız olarak gerçekleştirebilmektedir ama kendisinin de suçlu olduğu durumlarda hatasını kullarına çektirmektedir. Yine insanlar günümüze değin bilimin ilerlemesinin ve kendileri üzerinde daha etkin konuma gelmesi için çalışmaktadırlar, bunu nedeni olarak insanların ölümsüzlüğü ki artık somut anlamda kullanılmaktadır, bu alanda bulabileceklerine dayanmaktadır. İnsanlar kendi haklılıklarını bile bilimsel olarak ortaya koymaya çalışmaktadırlar, ancak en başından beri söylediğimiz gibi insan için ana konu bu olmadığı için kendi haklılığını kanıtladığı anda bilimin kaçınılmaz egemenliği altına giriyor ve onu pekiştiriyor.

                Son yüzyıldaki gelişmelerin ışığında yaşam alanında kapitalizm karşısına, bilimsel sosyalizm çıkarılıyor ekonomik dönemin çıkmazlarının yaşandığı dönemin ürünü olan bu iki zıt gibi görülen akım ekonominin egemenliğini yitirmesi ile bilimin alanında aynı noktada kesişmek zorunda kalıyorlar. Soyut olarak ya da insancıllık olarak değerlendirildiğinde herkesin eşitliği, özgürlüğü sağlanmamış olmaktadır. Böylece ekonominin sınırlarına varılmış oluyor.

                Düşün dünyasında ise büyük bir bilinmezlik hüküm sürmeye başlıyor, çünkü günlük yaşamda bilimin mutlak egemenliğinin sağlanmış olmasına rağmen, ölümsüzlük halen daha yakalanmamış olmaktadır ve insanın ölümlüğü gerçeğini değiştirebilecek yeni gelişmeler bu alana yansıyamamış, bilimin girmediği alan olarak kalmıştır. Günlük yaşantıda eskiden tanrıya sığınılırken ya da korkunç çalışma temposu içinde bulunulurken bilimin sayesinde tanrı düşüncelerden uzaklaştırılmış, çalışma temposu ise kişinin yaşaması anlamında ele alındığında en az sınırlarına indirilmiş bulunmaktadır. İnsan artık yiyecek bulmak için bütün gün çalışmak zorunda değildir, barınmak için aylar süren çabalar içine girmek zorunda da değildir, yaşamını sürdürmek için başkalarına saldırmak ya da kendine saldırılmasını beklemek durumunda da değildir. Bir kaç günlük çalışma ile ki o da çok yoğun olmadan bu olanakların tümüne biden sahip olabilmektedir. Çok yoğun çalışsa bile kendisine ayırmak istediğinden fazla zaman kalmaktadır. Büyük bir boş zaman, ne yapacağını bilemediği zaman kalmaktadır ve bu zamanda da istemese bile bilgisini artırmak zorunda kalmaktadır. Ne yapacağını bilemediği bu bilgi yükü ise onun düşüncesinde büyük bir yük oluşmasına neden olmaktadır. Bu ise insanda korkuya neden olmakta düşünsel alanda karşılığı olarak yok-oluşçuluk ve anarşizm yeni kavramlara bürünerek ortaya çıkmaktadır.

                Son iki dönemdeki egemen olan sağlık görüşüne deyinmedik, en son izlenimcilikte kalmıştık, uzunca bir süre ölüm, ölüm nedenleri ve bunlardan kurtulma yolları araştırıldıktan sonra ölümlere neden olan bir takım hastalıklar olduğu görüldü. Ancak her insan aynı hastalığa yakalanmıyor ya da yakalansa da bir kısmı ölüyor, bir kısmı ise yaşıyordu. O zaman ölenin niçin öldüğü, yaşayanın neye bağlı olarak yaşadığının ayrılması gerekiyordu. Öyle de yapıldı, önceleri yaşayanların yaptıkları aynı hastalıklara yakalananlara uygulanmaya başladı, işte bu uygulamanın başlaması sağlık alanında taklitçiliğe geçişi göstermektedir. Ancak halen daha uygulamalar bilinçli seçimlerle olmuyor, bir takım yüzeysel bağlantılar bağlamında gerçekleştiriliyordu. Ancak yine de taklitçilik sağlık alanında büyük bir alan başlattı, artık bazı durumlarda bazı kişilerin kaderlerine karşı gelinmesi olanaklı olması durumu ortaya çıkmış oluyordu. İşte bu durum insanlığın başlangıcından bugüne kadar ilk kez karşılaşılan kendi kaderine karşı gelebilmesi, kaçınılmaz son olan ölümden kurtulunabilineceğinin göstergesi oldu. İnsan ilk kez kendi başına bir şey gerçekleştirdi. Hastalıktan kurtulunabileceğini gösterdi. Artık insan koşulların, zorlamaların esiri olmaktan kurtulabilirdi.

                Daha sonra yapılan çalışmalar ile somut anlamda insanoğlunun kendi başına gerçekleştirdiği şeyin somut göstergeleri alınmaya başlandı. İnsanoğlunun yaşam süresi uzamaya başladı. Kaçınılmaz ölümcül hastalık kavramı giderek ortadan kalkmaya başladı, bu dönem ise sağlıkta bilimin egemen olduğu dönemi içeriyordu. Artık her şey sorgulanmalıydı, niçin hastalanılıyor, niçin ölünüyor, bunun gerçekleşme yolları nelerdir, kurtulma yolları var mıdır, niçin bazı yöntemler bazılarında olumlu sonuç verirken bazısına etki etmiyor, üstelik bunca çabalama sonucunda halen daha tek bir örnek dahi olsa ölümsüzlüğün elde edilebilineceğine dair iz edinilemedi. Yaşam uzatılabiliniyor ama ölümsüzlük olanaksız mıdır? Türündeki soruların insanlara sorulması ve yanıtlarının araştırılması gerekmektedir.

                Ancak yine de ölümsüzlüğün insanın gündemine gelmediği görülmektedir, bence bundan sonrasında yapılması gereken artık sağlık alanının bilimin egemenliğini kıracak ve insana yeni yaşam görüşü verebilecek alan olduğudur. Ve artık somut anlamıyla ölümsüzlüğün tartışılabilmesi için ve geleceğin gerçekleştirilmesi için sağlığın egemenliğini istemek ve savunmak zamanı gelmiştir. Dünyanın yönlendirilmesinin, insanların yaşam koşullarının düzenlenmesinde sağlığın görüşüne uygun olarak yeni düzenlemelerin yapılmasının zamanı gelmiştir.

 

İnsanlığın Gelişim Dönemlerinde Bazı Kavramların Gelişim Aşamalarının Şemalaştırılması Üzerine Çalışma

 

Tarihsel Alan                       Sosyal Alan                       Ekonomik Alan                    Yönetsel Alan

Tarih öncesi                         Yerleşiklik öncesi              Sömürü öncesi                    Yönetim öncesi

Tarih sonrası                        Yerleşiklik sonrası             Sömürü sonrası                   Yönetim sonrası

İlk çağ                                   Kölecilik                                El koyma                                Bireysel

Orta çağ                                Feodalizm                             Değiş - tokuş                      Ağa

Yeni çağ                                Kapitalizm                             Sermaye                              Bey

Yakın çağ                              Sosyalizm                             Devletçilik                             Kral

 

Toplumsal                                                                                                                                                                       

                                Sermaye

                                                               Devlet ya da bilim

 

Düşünsel Alan                                    Bilim Alanı                      Erk Alanı

Düşünce öncesi                                  Ateşin öncesi                    Topluluk öncesi

Düşünce sonrası                                 Ateşin sonrası                   Topluluk sonrası

Tinsel gelecekçilik                               Yazının bulunuşu                Yaşlının egemenliği

Gelenekselcilik                                      Paranın bulunuşu                Güçlünün egemenliği

Özdekçi gelecekçilik                             Üretimin bulunuşu                Paranın egemenliği

Yokoluşçuluk ya da anarşizm             Sanayinin bulunuşu                Bilimin egemenliği

 

Dinsel Alan                                          Adalet Alanı                      Etik Alanı

İman öncesi                                          Hak öncesi                    İyi öncesi

İman sonrası                                         Hak sonrası                   İyi sonrası

Çoklu somut tanrı                                Yaşlı olan haklı                Yaşlı olan iyi

Çoklu soyut tanrı                                Güçlü olan haklı                 Güçlü olan iyi

Tekli somut tanrı                                Parası olan haklı                Parası olan iyi

Tekli soyut tanrı                                Bilgili olan haklı                Bilgisi olan iyi

 

Özgürlük Alanı ve Eşitlik Alanı                          Sağlık Alanı

Topluluk öncesi                                                    Sağlık öncesi

Topluluk sonrası                                                  Sağlık sonrası

Yaşlı olanlar arasında                                           Kaderci anlayış

Güçlü olanlar arasında                                         Büyücü anlayış

Paralı olanlar arasında                                          İzlenimci anlayış

Bilgili olanlar arasında                                          Taklitçi anlayış (Bilimsel D)

 

               

                Tüm bu alanların incelenmesi sonucunda vardığımız noktada Tarih alanında sağlık çağının başlamasını, Sosyal alanda sağlıkçılığın, Ekonomik alanın yerini sağlık anlayışına bırakmasını, Yönetsel alanda sağlıkçı anlayışın yönetimini, Düşün alanında sağlıkçılığın değerlendirilmesini, Bilim alanında sağlığın bulunmasını, Erk alanında sağlığın egemenliğini ve yine diğer alanların tümünde sağlıkçılığın öne geçmesi gerektiği düşüncesini ilerde tartışmaya sunacağım.

II

SAĞLIK DÜŞÜNCESİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ ÜZERİNE

 

                İnsanlık tarihinin gelişimini incelerken  sağlık düşüncesinin her zaman için var olan bir düşünce şekli olmadığını, diğer gelişmelerle birlikte nasıl ortaya çıkabileceğine bir miktar değinmeye çalıştık. Şimdi ise başlı başına sağlık düşüncesinin nasıl ortaya çıkmış olabileceğini incelemeye ve gelişme şeklini araştırmaya çalışacağız.

                Önce yine sağlığın tanımını yapalım, tam bir iyilik hali olarak tanımladığımız bu kavramın nasıl bugün anladığımız iyilik durumu haline geldiğini incelemek gerekecek ve yine tam iyilik halini sağlayan aracıların  bulunması gerekliliğini göstermek gerekmektedir. İnsanlık gelişimini incelemeye çalıştığımız sırada yine buna bir miktar yaklaşmaya çalıştık.

                Şimdi her şeyi baştan alalım,

 

         I-Sağlık Öncesi Devir:

                Bilginin olmadığı dönemlerde daha sağlık diye bir kavramın olup, olmadığını ve böyle bir kavrama gereksinim olup, olmadığını sormamız gerekecektir. Bu dönemde bilinen tüm hastalıkların, bugün olduklarına oldukça yakın biçimlerde bulunduğunu, ancak insanların daha hastalığın yaşamdan farklı birşey olmadığını, ya da onun yaşamın bir parçası olarak  gördüğünü kolaylıkla söyleyebiliriz. İnsanlar ecelleriyle ölmektedirler. Ömürleri kadar (ne demekse) yaşamaktadırlar. Bu çağ insanının hastalığa karşı özel bir yaklaşımı yoktur, kendini hastalıktan ayırmamaktadır. Dolayısıyla da hastalara bakan özelleşmiş bir kişi yoktur.

                Yalnızca hastalanan kişi (bugünkü deyimiyle hastalanan kişi) yapısının gereği yerinden kalkamamakta, dinlenmekte, üşürse örtünmekte, sıcaksa serinlemeye çalışmakta, acıktığında yemekte, susadığında su içmektedir. Bir de bu doğal durumların dışında kişi kendi eylemlerinin doğal sonucu olarak yaralanabilmektedir, bu durumda ise yine doğal güdüsü ile yarasını yalamakta, en az canının yandığı konumda durmaktadır. Tüm bunlar için ise bunları uygulayan her hangi bir kişi yoktur. Yaşamlarının ya da ölmelerinin nedeni olarak bu hastalıkların, yaralanmaların neden olduğunu düşünmemektedirler.

                Bu çağ insanı kendini doğanın dışında özelleşmiş bir yaratık olarak algılamamaktadır. Kişinin her hangi bir yapraktan, hayvandan ve hatta cansız maddeden bir farkı yoktur. Bireysel farklılıklardan da dolayısıyla haberdar değillerdi. Yine bu dönemin özelliği olarak yaşam düzeyi ve süresi hakkında farklılıklar olabileceğini düşünmemek gerekir. Dönemi bugün için gözümüzde canlandırmak için karınca yuvasında yaşayan karıncaların bir biri için olan farklılığını algılayamadığımızı ya da iki kolumuz arasında ya da karaciğerimizi normal koşullarda algılamadığımızı örnek olarak verebiliriz.

                Tüm bu nedenlerle bu insanın yaşam hakkında fikri olmadığından hastalık hakkında da bir fikri olamasını bekleyemeyiz. Daha sağlık kavramı ile ilgili temel konunun (hastalık) fark edilmediği için buna Sağlık Öncesi Devir diyorum.

 

                II-Sağlık Sonrası Devir:

                Sağlık öncesinde yalnızca sayıca çok olanın ve değişik nedenlerle bulunduğu konumu en uygun kullanabilenin yaşama şansı vardı. Ancak önceden söylediğimiz gibi bu dönem canlılarının özelliği bulundukları yeri ve koşulları saptayamamaları olmuştur.

                Sağlık sonrası dönemin belirleyici özelliği topluluk içinde yaşayan insanların, topluluk içindeki yerlerinin farklanmasını fark etmeleri ile başladı. Yine de ilk sezinlenen yaşılının yaşı nedeniyle topluluk içinde farklı yerde olması değildi. Yaşlının yönetici olduğu için farklı olduğu idi.

                A-Kadercilik Çağı : Sağlık sonrası devrin başlangıcında sezinlenen şeyin gerçekliği konusunda dayanak noktaları bulunması gerekmekteydi. Yani yaşlı olanın topluluğa hakimiyetinin nedenleri üzerine araştırmalar yapılmalıydı. Yapılan arama, taramalar sonucunda bunun insan üstü yaratıklarca, doğa dışı varlıkların kararları doğrultusunda gerçekleşmesi gerektiği üzerine düşünce birliğine varıldı. Bu doğa dışı, bilinebilen tüm varlıklardan (canlı, cansız) farklı oluşumlar ki, biz bugün bunları tanrılar, peygamberler, ermişler vb. olarak adlandırıyoruz, tüm var oluşu yönlendirmekte, kişi doğmadan önce onun hangi hastalığa yakalanıp, hangi nedenle öleceğini kararlaştırmaktadırlar. Dolayısıyla ister iktidar, ister güç yönünden olsun kişilerin özgür iradeleri ile yapabilecekleri pek bir şey bulunmamaktadır. Belki şu olabilirdi, kişi aşırı dua eder, adaklar adarsa ve bunlar kabul edilirse, insan bu erişilmesi istenilen yerlere ulaşabilirlerdi, bütün sorun sevgili kul olabilmekte yatıyordu. Tüm bu önceden karar verici güçler kimin hakim, kimin köle olmasına daha bu kişiler oluşmadan çok önceleri karar verip, ugulama aşamasında dünyaya salıvermekteydiler.

                Dönemin özelliği olarak görülen insanın bir şeyler sezdiği, ancak daha neden-sonuç ilişkisini kuramadığını göstermektedir. Kurulamayan bu ilişkinin sonucunda da insanda büyük bir korkuyla birlikte, bu güçlere karşı saygının da uyandığını göstermektedir.

                Yine tümüyle aynı nedenlere dayanarak sağlık alanında da insanlar bir şeyleri sezmeleri ile birlikte sağlık, hastalık, ölüm ilişkisinde olayın sürdürülmesinde ve kontrolünde kendinde karışma gücünü bulamamaktadır. Üstelik bir takım sezgisel olayların farkında olsa bile hastayı iyileştirmenin doğrudan tanrının  iradesine karşı gelmek olacağı açıktır. İşte tüm bu gerçekler bu dönem sağlığının da belirleyicisi olarak kadercilik çağının göstergeleri olmaktadır. İnsanlar arasındaki daha uzun, daha sağlıklı yaşamanın gerekçesi hastalık, ölüme neden olabilecek etkenler değil tanrılardır. Doğum nasıl tanrının belirlediği bir dönemde gerçekleşiyorsa, ölüm de aynı şekilde tanrısaldır. Konuya bu açıdan bakıldığında insan kurban etmenin mantığını da çıkarabilmekteyiz. Çünkü tarılar öyle istemiştir.

                B-Büyücülük Çağı : Kadercilik çağının geçiş döneminde tanrısal olayları sürekli izleyerek, yanlışların yapılmasını önlemeye çalışan aracıların ortaya çıktığını görüyoruz. Bunlar tanrıların her yaptığını, ki bu o çağda gerçekleşenler demektir, izleyerek bunlardan tanrıların neler istediğini, neler gerçekleştirdiğini anlamaya çalışanlar oldular. Bu tanrıya yakın kişiler, hem tarının izleyicileri olduklarından, hem de onun adına dünya üzerinde söz söylemeye yetkili kişiler olmalarından kaynaklanan yetkilerini kullanarak, dünya üzerinde olan ve olması istenen olaylar hakkında tanrıdan aldıkları yetkilerini kullanmaya başladılar.

                Bu dönüşüm sayesinde artık tarısal olan tüm yaşama karşı tanrının istekleri doğrultusunda müdahale edebilme yeteneği kazanılmış oldu. Doğaldır ki bunu yapabilenler tanrıya kendini adamış, dünyasal çıkar ilişkilerinden kopuk, iktidar istekleri ya da gündelik yaşamdan kopuk olan kişiler olmalıydılar. Bu kişilerin uğraşıları sonucunda tanrının isteklerine rağmen karşı olarak gerçekleşen bazı şeyleri olduğu ortaya çıkmış oluyordu. Bu ise tanrı karşıtı güçlerin de varlığını gerekli kılıyordu. O halde dünyanın geneline hükmeden ve yaşamı yönlendiren, iyilerin yanında olan tanrılar ve karşılarına dünya üzerinde hükümranlık peşinde olan, kişileri ve olayları yönlendirmeye çalışan kötü güçler olmalıydı. Ve konunun vurucu tarafı olarak işte bu kötülerden kurtulmanın yolunu öğrenen, uygulayan büyücü, din adamları bulunmaktaydı. Bu büyücülerin inandıkları tanrıların gücünü kanıtlayabilmek için onun dünyasal bir takım güçlerini de elllerine geçirmiş olmaları, bu gücü de tanrının yararına kullanabilir olmaları gerekmekteydi.

                İşte bu büyücülerin aracılığı ile de ilk hekimlik uygulamaları başlamış oluyordu. Tanrının sevgili kulları, kötülük güçlerince hasta edildiğinde, ölüme mahkum edildiklerinde, onların yine tanrı adına kurtarılmaları gerekmekteydi. Yoksa bu dünyanın hiçbir kurtuluşu olanaklı olamazdı. O halde hastalananların içine kötü ruhların girdiği ve bunun çıkartılması için bir takım yöntemler geliştirilmesi gerekliliği açıktır. Uygulamaya başlanan yöntemler başlangıçta yalnızca dualar, büyüler iken giderek sıra dışı uygulamalara doğru kayıldı ve bugünkü hekimliğin de temel uygulamalarının başlatılması olanaklı olmaya başladı.

                Artık sağlık olağan dışı güçlerin uygulama alanı olmaktan kurtulmaya, bağımsızlaşmaya doğru adım atmış oluyordu. Bununla birlikte de hekimlik denilen ve şimdiye kadar farklı uygulama alanları içinde kısım kısım yer almakta olan bir uygulama alanı oluşturmaya başlanmış oluyordu. Doğaldır ki başlangıç alanın aşırı din ve doğa üstü güçlere bağımlılığı bulunuyordu. Ancak kaçınılmaz olana karşı direnebilme fırsatını insanlık tarihi boyunca ilk kez yakalamaktaydı, üstelik bu iyilik güçleri tarafından olanları kurtarmak amacıyla tanrısal olan olan tarafından başlatılmaktaydı. Avrupa ortaçağı işte bu kadercilik ile büyücülük anlayışlarının çarpışma alanı olarak yaşandı.

                Yine de tüm bu olanlardan büyücülük anlayışının üstün geldiğini ve dünyanın üst güçlere karşın değiştirebilineceği anlayışı egemen olmaya başladı.

                C-İzlenimcilik Çağı :  Büyücülük çağında gelişmeye başlayan kaçınılmazın, kaçınılmaz olmadığı yolunda çalışmalar giderek yoğunlaşması, konuyla ilgili bilgilerin giderek birikmesine, çoğalmasını sağlıyordu.  Zaman içinde ise birikim o kadar çok oldu ki, hangisinin doğru olduğu yolunda kuşkular oluşmaya başladı. Üstelik bu derlenen bilgilerin pek çoğu da birbirine karşıt olabilen şeylerdi. O halde bunların yeniden gözden geçirilerek, doğru olanın ya da işe yarayanın, yanlış olandan ya da işe yaramayandan ayrılması gerekiyordu.

                Bunun yapılabilmesi için gerekli olan ise varolan durumdan yola çıkılarak, deneme yanılma yoluyla her zaman için gerçekliği sağlayabilecek, doğru, işe yarar olanların belirlenmesine geçildi. Uygulama yolu olarak gözlem gerekliydi, çünkü özellikle sağlık alanındaki uygulamaların uygulanabilirliği, geçerliliği zaman içinde belli olabiliyordu. Diğer bir deyişle sağlık denilen kavram bir günlük olmaktan çıkıp, zaman boyutu içine yayılmaktaydı. Karar verilmesi gereken bir günlük iyileşmeler sağlamak olmaktan çıkarak, günlere, aylara, yıllara doğru yayılmaya başlayınca, hangisinin doğru, uygulanması gereken olduğuna karar vermek oldukça güçleşmekteydi.

                Gözlemler ile bu konuda ilk adımlar atılmaya başlandı ve gözlem yöntemi sağlık alanının olduğu gibi diğer alanların da temel yöntemlerinden biri olmaya başladı. Gözlem yöntemi bir durumun değişik yer, zaman, kişilere göre etkilerini izlemeye dayanmaktaydı. Buna dayanılarak var olan verili bulunan her şey yeniden gözden geçirilmeye, izlenmeye başlandı. Aslında buna insanlığın kendi kendine kobaylık yapması da diyebiliriz.

                Bu dönemde insanlık daha önce ancak sezgisel olarak kavrayabildiği sırasal olarak gruplanabilirliği gördü. Doğum, gelişme ve ölüm gerçek yerlerine kondu. Dönemlere göre belirleyici olan, farklı hastalıklar olduğu, bazılarının ise dönemlere göre farklı olmadığı görülmüş oldu. Ayrıca diğer bir izlenen insanın bulunduğu konumundan etkilenmeden de değişik etkenlerle hastalanıp, ölebileceği ya da toplum içinde kötü olarak tanımlanan kişilerin, en günahkarların tanrının en sevgili kulları gibi ve belki de daha fazla yaşayabildikleri, bunun yanında tanrının en sevgili kulları olması gerekenlerin en kötü ve aşağılık sayılabilecek hastalıklar tarafından hastalandırılıp, ölebilecekleri izlenerek, ip uçlarının tanrıların elinde olmayıp, tümüyle kişilere, bulundukları yere ve zamana bağlı olarak değişmesinde olduğu izlendi.

                Artık yaşam olayının kesinlikle kader ya da büyü ile ilgisi olmadığı bulunulan koşullardan kaynaklandığı bilinebiliyordu. Yine de bu somut olarak saptananların, bilinçli seçimlerle uygulanmasına geçilmesi gerekmekteydi. Bunun için ise geçmiş dönemde giderek ayrımlaşmaya başlamasını gerekli kılıyordu. Sağlık alanında derlenen bilgilerin yoğunluğu bu konuda yetiştirilmiş elemanların kontrolünde yapılmalıydı, çünkü bu alanda çalışacak kişiler diğer tüm sosyal değişkenlerden etkilenmeden, tüm insanlara eşit düzeyde hizmet edebilmeliydiler, çünkü sağlık alanı diğer değişkenlerden etkilenmiyordu.

                Diğer bir sonuç ise izlenilerek, kesinleştirilen bilgilerin uygulanması olmalıydı. Bunun ise ölçekleri çok farklı idi. En üst sağlık düzeyinin saptanmasında toplum içinde en uzun süre yaşayanın sağlık durumu göz önüne alındığında, olanak olduğunca tüm toplumun bu kişinin yaşam düzeyine ve koşullarına kavuşturulması gerektiği gibi bir öncülden hareket edilerek, benzer şekilde aynı hastalığa yakalananlar arasında en çabuk iyileşenin durumunun değerlendirilmesine geçildi. Bunların farklılıklarından yola çıkılarak hekimliğe ve sağlığa hareket alanı sağlanmış oluyordu.

                D-Taklit Çağı : Taklit insanlığın belki de ilk uygulamaya başladığı yöntem olmakla birlikte, bunun bilinçli bir seçim sonucu olarak uygulanması bağlamında, taklitçiliği en son dönem olarak ayırdık. Başlangıçta insanlar ilk gördüklerini taklit ederken, bu dönem taklitçiliğinin özelliği bilinçli seçimler dizgesi sonucunda, istenen bir duruma ulaşmak için ve kendi içinde neden-sonuç bağlantısı yapılarak gündeme getirilmekteydi.

                İzlenimciliğin sonuna doğru belirginleşen en üst sağlık düzeyinin belirlenmesi sorunu, aslında bu dönemin de başlıca uğraşı alanı olmaktaydı. Üstün sağlık düzeyinin ne olduğunun belirlenmesi, hastalıklar karşısında ve diğer alanlar içinde yapılabileceklerin karar verme aşamasında çok büyük önem arz etmekteydi. Bu tanım yapılmadığı sürece yapılanlar sıradan taklitçiliğin ötesinde bir şey olamazdı, elde edilenler de çok önemli olmazdı. Bunu tarih boyunca sağlık alanında çalışanların sürekli ikinci planda kalmalarından, kendilerini tatmin için farklı alanlar aramalarında görebilirz. Çünkü bu kişilerin kendi yaptıklarına  da fazla güvenleri bulunmamaktaydı.

                Daha önce de belirttiğimiz gibi üst sağlık düzeyinin sonuçta ölecek olan insana göre tanımlanması sonucunda yine çalışmalar sürdürülmekle birlikte elde edilenlerin sınırlı kalması kaçınılmazdı. En sonunda sağlığın, kusursuz ve tam bir iyilik hali olarak tanımının yapılmış olması bazı ortada olan konuların giderek netleşmesine yol açmış bulunmaktadır. Eğer gerçekten sağlık tam bir iyilik halinin sağlanmasının gerçekleştirilmesi uygulama alanı olacaksa, yapılacak olan hastalanmaktan korunması olmalıydı. Hastalıklardan korunma ise tek boyutlu olmayıp, bir çok toplumsal değişkeni de içinde taşımaktadır. Bu değişkenlerin kontrolünün de sağlık alanının elinde bulunmaması durumunda, beklenebilecek fazla birşey olmaması gerektiği açıktır. Çünkü yaşamın faklı alanlarının değişik örgütlenmeleri nedeniyle ve bu durumlarının özelliği sonucunda kendileri için çıkar sağlamaya dayanması nedeniyle tam iyilik durumunun sağlanabilmesinin olanaksızlığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

                Bu aşamaya geldiğimizde sağlık alanının sıradan çalışanı olarak hekim ve toplum çıkmaza girdiler. Yaşamın diğer tüm alanları kendi çıkarları doğrultusunda, yaşamı yönlendirmek için çabalarken, insanlara ve insanlığa en üst düzeyde sağlık vermek ile görevlendirilen ve görevlenen hekim tüm bu tartışmaların dışında kalmak zorunda bırakılmaya çalışılıyordu. Halbuki üstlendiğ sorumluluk nedeniyle belki de en çok yetkiyi taşıması gerekenin hekim olması gerektiği giderek ortaya çıkmaya başlıyordu.

                Toplumun ve yönetimlerin hekimlerden beklediği gündelik gidişe her hangi bir biçimde karışmalarını önlemek oldu. Şu andaki durumda toplum hekimi her şeyin sorumlusu olarak görmekte, ancak ona hiç bir yetki tanımamaktaydı. Bunun nedeni de hekimin toplumdaki tüm değişkenler karşısında tarafsız olması, herkese eşit düzeyde sağlık sunabilmesi olarak gerekçelendirilmekteydi. Uygulamanın herşeyin başlangıcı dönemi için kendi içinde geçerliliği olsa da zaman içinde sağlığın topluma uygulayıcısı olarak hekimliğin geçirdiği aşamaları da göz önüne aldığımızda ve günümüzün iletişim dünyasında sağlık alanında her gün gerçekleştirilenlerin kolayca iletilirliğini de düşündüğümüzde, artık hekimin ve sağlık alanının yerinin toplum dışılık olmadığı, hatta tam tersine tam olarak toplum içi olduğu günümüzde giderek belirginleşmektedir.

                Sağlık alanının temel olarak iki belirliyicisi bulunmaktadır. Bunlardan ilki doğuştan gelen durumlardır. Bu konuda sağlığın ve teknolojinin sağlık alanında uygulanabilirliği doğrultusunda, doğum eyleminin giderek kontrol altına alındığı bilinmektedir. Daha önce tanrısal olarak nitelenerek el atılmaya korkulan ve hatta bazı çevrelerce halen daha polemik konusu edilmeye çalışılan, bu doğum konusunda kaçınılmaz biçimde sağlık alanının kontrolü altına girmektedir. Çalışmaların çoğunluğu bu yönde hızlanan biçimde  yoğunlaşmaktadır.

                En üst sağlık anlayışının soyut olarak ulaştığı yine en üst yer ölümsüzlük olarak algılanması gerektiği, sağlığın bir bütün olarak ölümsüzlüğe ulaşmak olması yolunda çalışmaların başlatılması önerisini günümüze getirdiğimizde, doğal ve sosyal çevrenin yönlendirilmesinin artık sağlık alanına terk edilmesi gerektiği tezi ile dile getirmek istenilen, insanlık için sağlık çağının başlatılması ve gündelik yaşam alanının sağlık alanına bırakılması olmalıdır.

 13.12.1989, ANKARA                                                                                                       Ahmet Haki TÜRKDEMİR

My Contact Information

Links to Other Sites